Şeytanın Sinemaları

|

Şeytanlar, şeytana tapanlar, şeytana kurban olanlar, cadılar, büyücüler, beyaz, kara ve kızıl büyüler, dehşet verici lanetli ayinler: Korku sinemasının vazgeçemediği konulardır. İlk insanlığın korkularından, kuşkularından, giderek batıl inançlarından, değişik folklorlardan kaynaklanan, hayal gücüyle beslenen bu konular, durumlar ve güçler fantastiğe dayalı korku sinemasının temelini oluşturuyorlar.


Roman Polanski’nin, Rosemary’nin Bebeği / Rosemary’s Baby (1968) aslında hiçbir şey keşfetmiyor, korku sinemasında adeta gelenek kuran bir konuyu - ya da sorunu - ele alıyor, efektlere ve atraksiyonlara kaçmaksızın onu düşündürücü bir konuma oturtuyor. Kaldı ki sinemada konunun da, çeşitlemelerinin de önceliği bir hayli eskidir. Daha 1922 yılında Danimarkalı yönetmen Benjamin Cristensen, Cadı / Haxan adlı başyapıtında konuyu dramatik bir belgesel olarak ele alıyor. Konusunu ilkel dönemlerden yola çıkartıp çağdaş toplumlara kadar getiriyor. Asıl olarak, engizisyon mahkemelerine ağırlık veriyor. 48 yıl sonra, az çok benzer bir yaklaşımla ama ağırlığı şok sahnelere vererek, İtalyan yönetmen Luigi Scattini, Londra’nın Highgate mezarlığında yer alan büyüsel ayinleri, Brezilya’daki Voodoo kara büyülerini, California’daki eski hayvan terbiyecisi -ve Rosemary’s Baby’nin şeytancılık danışmanı- Anton Szandor La Vey’in kurduğu Şeytan Kilisesi’ni bir araya getirerek Beyaz Melekler, Siyah Melekler / Angeli Bianchi, Angeli Neri (1969) adlı kurgu filmini gerçekleştiriyor.



Polanski’den önce cadılara ve şeytana tapanlara en çok önem veren İngiliz korku sineması oluyor. Bu filmlerin dar bütçeli ve İngilizlerin geleneksel değerlerine uygun olması ilginin artmasına neden oluyordu. Cyril Frankel’in yönettiği, başrolünü emektar Jean Fontaine’in oynadığı, Cadılar /The Witches‘da (1966) mekan, ilk görünürde şirin bir İngiliz kasabasıdır. Oysa ki kasaba şeytanla alışverişte olan bir cadı örgütü yüzünden dehşete sürüklenmektedir. “Memur yönetmen” John Güling’in, Zombiler Salgını / The Plague of the Zombies (1966) filminde maden sahibi bir soylu, voodoo ayinlerine başvurarak, yaşayan ölüleri kullanır. Böylelikle ücretsiz emek sorunu halledilmiş olur. Öte yandan korku türünün ustalarından Terence Fisher’ın imzasını taşıyan, korku ve macera yazarı Dennis Wheatley’in aynı adlı romanından uyarlanan, Şeytan Geliyor/The Devil Rides Out’ta (1967) ince bıyıklı, son derece centilmen bir Christopher Lee, kara ayinlerinde insanları kurban eden bir şeytana tapanlar örgütünü saf dışı bırakıyor.


Bu tür örnekleri veren, şeytancılıkla uğraşan sadece İngiliz sineması değildir. Kuşkusuz Hollywood sineması, Şeytan / The Exorcist (William Friedkin, 1973) filminin yaratacağı uluslararası furyadan önce Jacqueline Bisset’yi, Curd Jurgens’ı ve Robert Alda’yı bir araya getiren, Franz Liszt’in müzikleriyle desteklenen, tedirginlikler ve kuşkularla dolu Şeytanın İzninde / The Mephisto Waltz (Paul Wendkos, 1971) filmini yapıyor. Bu arada Fransa’da sinema yazarı ve yönetmen Ado Kyrou, Matthew Gregory Lewis’in klasik başyapıtını uyarlayarak ve başrollerini Franco Nero, Nathalie Delon ve Nadja Tüler’e vererek, bir cadının çekiciliğine kapılıp şeytanla bir anlaşma imzalayan -kuşkusuz kendi kanı ile!- bir din adamının, Ortaçağ’da geçen fantastik tragedyasını görüntülüyor (Keşiş /Le Moine, 1972).



Korku sinemasına öteden beri merak salan İspanyol sineması da, Meksika ile el ele vererek, şeytana tapan rahibeleri ele alan, Cadılar Gecesine Dönüş / El Retorno de Walpurgis, (Carlos Aured Alonso, 1973) filmiyle furyaya katılıyor.


Asıl furya, William Peter Blatty’nin çok satan aynı adlı romanından uyarlanan ve William Friedkin tarafından yönetilen ilk, Şeytan / The Exorcist (1973) filmiyle kopuyor. 1970′li yılların başlarında çocuk yaşta Linda Blair’ı tanıtan, gişe rekorları kıran, devam filmleri dizisini yaratan -ve çokça ülkede sayısız taklitlere ya da esinlemelere yol açan- Şeytan / The Exorcist, kara büyü ve şeytana kapılma konularına başka bir boyut getiriyor, şeytan kovma ayinlerini ve bunlarda uzman olan din adamlarını ön plana çıkartıyor, örnek özel efektler ve şaşırtıcı makyajlarla.


İlk, Şeytan / The Exorcist filminde Karanlıklar Prensi ile mücadele eden -Ingmar Bergman’ın ünlü oyuncularından - Max von Sydow oluyor ancak filmin sonunda bir kalp sektesinden ölünce, Şeytan 2 / Exorcist 2 - The Heretic’te (John Boorman, 1977) Asur şeytanı Pazuzu’yu engellemek görevine Richard Burton atanıyor. Daha sonraysa, önceki uyarlamalardan pek memnun görünmeyen yazar William Peter Blatty, kameranın arkasına geçip, Şeytan 3 / The Exorcist 3 (1989) filmini değişik bir yorumuyla yönetiyor. Filmde Linda Blair yok ama Blair, Bob Logan’ın yönetiminde ve Leslie Nielsen’in katkılarıyla bir yıl sonra, Şeytan Çıkaran /Repossessed’te (1990) onu ünlü yapan filmi iyice taşlıyor.



Şeytan / The Exorcist, bir üçlü oluşturuyor, bir başka şeytanın oğlunu anlatan Kehanet / Omen ise (1976) bir diziye yol açıyor, ilkini -ve en başarılı olanı- Richard Donner yönetiyor, Gregory Peck oynuyor; ikincisini Don Taylor kotarıyor ve ilkinin büyükelçisi bu kez William Holden oluyor; Deccal Damien’ın ve etrafındaki kara büyücülerinin -ki başlarında eski Latin Aşığı, Rossano Brazzi var- sonunu anlatan üçüncü bölümdeyse lanetli babayı oynamak sırası Kirk Douglas’a geliyor.


Böylece Şeytan-Kehanet karışımı hazır bir formül oluşturuluyor ve bu formül, -The Exorcist’in topladığı 160 milyon dolar hasılat, aday olduğu 10, kazandığı 3 Oscar ödülüyle bir dürtü ve bir umut olarak- o gün bugün her ülke sinemasında uygulanıyor. Türk sineması bile Metin Erksan’ın yönettiği, Şeytan (1974) filmiyle bu akıma katılıyor.


Kara ayinler, ölümsüz cadılar, satanist örgütler sanki her yerde ve Deccal’lar ya da Deccal’ı dünyaya getirme deneyleri (Rosemarie’s Baby’de olduğu gibi) gittikçe çoğalıyor.


İtalya’da yönetmen Mario Bava, dazlak kafalı Telly Savalas, sarışın Elke Sommer, esmer Sylvia Koscina ve eskilerden Alida Valli’den oluşan bir oyuncu kadrosuyla gizemli ve kükürt kokan, Şeytan Kovma Evi/La Casa dell’esorcismo’yu (1975) çekiyor. Türün ustalarından Dario Argento, Suspiria‘da (1976) özel bir dans akademisinde gizlenen ve yaşı belirsiz bir cadıya hizmet eden bir satanist örgütünü ele alıyor. Alberto de Martino ise, Deccal / L’Anticristo‘da (1976) babası Vatikan’a bağlı bir soylu olan, şeytana kapılan ve canavar benzeri bir çocuğu doğuran genç bir kadının dehşet verici macerasını dile getiriyor. Benzer bir olayı, İngiltere’de, gencecik bir Nastasia Kinsky yaşıyor; Şeytanın Kızı / To the Devil a Daughter’da, (Peter Sykes, 1976). Yine aynı dönemde güzel Katherine Ross, hiç istemeksizin, bir kara büyücünün varisi oluyor (Miras / The Legacy, Richard Marquand, 1978).



Yıllar geçiyor, oysa şeytan, şeytancıkları ve ona tapan köleleriyle dur durak bilmeden ortalarda dolaşıyor. Her zaman yaptığı gibi, örneğin önce sevimli bir Amerikan ailesinin evini sahipleniyor (Kuşku / The Amityville Horror, Stuart Rosenberg, 1979) daha sonraysa serserileri ve hayat kadınlarını peşinden sürükleyerek büyük kentin arka sokaklarını yönetiyor (Şeytan Çıkmazı, Angel Heart, Alan Parker, 1986). Ormanın içinde kaybolmuş metruk bir kulübede dehşet saçıyor (Şeytanın Ölüsü 1,2/Evil Dead 1,2, Sam Raimi, 1983, 1987). Lanetli bir tarikatı barındırmış olan eski bir kilisede araştırma yapan üniversite öğrencilerini katlediyor (Karanlıklar Prensi /Prince of Darkness, John Carpenter, 1987) ya da Jack Nicholson’ın kimliğine büründüğünde dünden razı Eastwick cadılarını baştan çıkartmayı deniyor. Filmin bir edebiyat uyarlaması olduğunu da unutmayalım. Yazarı, John Upudge (The Witches of Eastwick, George Miller, 1987).


Fakat Şeytan, günün birinde ve artık kimsenin ona inanmadığı bir çağda Türk sinemasına kadar geliyor ve şeytanlıklarından vazgeçmek zorunda kalıyor (Arkadaşım Şeytan, Atıf Yılmaz, 1988)..


Top 10 Şeytanlar


10 - Rahibe Jeanne (Vanessa Redgrave) The Devils (1971)
Kadın şeytan deyince ilk aklımıza gelen kuşkusuz Vanessa Redgrave’in bu gençlik dönemi tiplemesi olur. Bir rahibenin içine giren şeytanın amacı kiliseyi eleştirmektir. Bir şeytan klişesi olan ‘bedene girme’nin en tipik örneklerinden…


9 - Canavar Şeytanın Gecesi (Night Of The Demon, 1957)
Bir canavar, bir profesörü öldürür. Bu yaratık, aslında şeytanın ta kendisidir. Zira o zamanlar korku filmlerinin kötüleri ‘canavar’lardı ve şeytanın laneti de bu filmdeki gibi ‘iri yaratıklar’ın sırtına yüklenmişti. Tabii yönetmen Jacques Tourneur’ün kara film gramerini kullanması da bu motifi güçlendiriyor. Ufak bir not: Filmin bizde Kemal Sunal’ın başrolünde oynadığı Gulyabani’nin de esin kaynaklarından biri olduğunu belirtelim..


8 - Regan (Linda Blair) Şeytan (The Exorcist, 1973)
Şeytanın insanların içine girmesi mevzuunun ilk örneği olan bu yapım, zamanla sinema tarihinin en iyi filmleri arasına girmiştir. Bu durumdan muzdarip olan Regan’ın, bu olayın öncesi ve sonrasındaki ruh halinin üzerine gitmesi de Şeytan’ın en büyük artısı. Filmin yönetmenin kurgusu versiyonunda Regan’ın kült sahneleriyle (bkz. ‘örümcek yürüyüşü’) geri dönmesi de bu sıralamayı etkilemiştir.


7 - Şeytan (Elizabeth Hurley) Şaşkın (Bedazzled, 2000)
Dikkat: Bu Yazının Ardında Sinema tarihinin en seksi şeytanı var! Yedi dilek karşılığı fani Elliott’ın ruhunu satın alan bu karakter, Elizabeth Hurley’nin bedeninde canlanıyor. Bikini, gece elbisesi gibi kıyafetlerle karşımıza çıkması ise bırakın ondan nefret etmeyi, ‘Bir daha çıksın! Bir daha çıksın!’ diye haykırmamıza sebep oluyor.


6 - Çivikafa (Doug Bradley) Hellraiser (1987)
Öteki dünyadan gelen ‘çivikafa’, orada acılar içinde ‘Cenobitler’ ile beraber yaşamıştır. İnsan kılığına girme ve yaratığa dönüşme gibi metafiziksel güçlere sahip olmasının yanında, kendine ait küp şeklinde bir kutuyla zaman yolculuğu yapabilmekte ve çivilerle insanları biçebilmektedir. Bir Clive Barker yaratımı!


5 - John Milton (Al Pacino) Şeytanın Avukatı (The Devil’s Advocate, 1997)En sürprizli şeytanlardan biriyle karşı karşıyasınız. Perdede kapitalizmin çürüttüğü bir avukat kılığında beliren bu karakter, Al Pacino’nun ‘kompozisyon’ gücüyle zirve yapıyor. Buna ‘Şeytanın Avukatı’ değil, ‘Şeytan Avukat’ desek daha doğru olur. Bütün karizmasıyla da De Niro’nun Louis Cyphre’ının kulvarına yerleştiğine şüphe yok…


4 - Şeytan (Benjamin Christensen) Haxan (1922)
Sinema tarihinin ilk şeytanlarından biri, Hoşgorüsüzlük’ün (Intolerance) Danimarka versiyonu olarak çığır açan bu özel filmde çıkıyor karşımıza. Büyü yaparken yanlışlıkla başlarına şeytanı salan bir grup rahibin hikayesini anlatıyor özünde. Bu kıllı ve çıplak şeytan, pelikül çeşitlerinin getirdiği değişken renk dokularıyla (mavi ve kırmızı) dikkat çekiyor. Tabii bu şeytanın kült olması gerektiğini düşünenlerin sayısı da bir hayli fazladır.


3 - Damien (Harvey Stephens) The Omen (1976)
İçine şeytan giren bir çocuğun bu kadar korkutucu olabileceğini kim tahmin edebilirdi ki? Hiç kuşkusuz, senarist David Seltzer’den başkası değil. Omen’in mantığı, düşük yapan bir annenin üvey oğlu Damien’ ın üzerine kurulu. Hiç kuşku yok ki, Tanrıdan Gelen’den (Godsend) Kutsanmış Çocuk’a (Bless The Child) kadar sayısız eserin bu ‘içine şeytan girmiş çocuk’ motifini kullanması, yıllar geçtikçe filmin başarısını daha da perçinledi.


2 - Şeytan (Peter Stormare) Constantine (2005)
Sinema tarihinin en çarpıcı ve özgün iblisleri arasındaki yerini şimdiden aldı! Hatta filmin sonunda sürpriz biçimde karşımıza çıkması onu daha da ‘ilginç’ kılıyor. Peter Stormare’in öteki dünyadan gelen bu şeytanı (Lucifer), Azrail (Tilda Swinton) ile giriştiği düellodan Constantine’in böbreğini çıkartırkenki yüz ifadesine kadar, sakladığımız bütün kötücül duyguları açığa çıkarıyor. Stormare’in kötü adam rolleri için ne kadar uygun olduğunu da ispatlıyor.


1 - Louis Cyphre (Robert De Niro) Şeytan Çıkmazı (Angel Heart, 1987)
Sinema tarihinin en cool şeytan’ını sunduğuna şüphe yok. Elinden bırakmadığı asası, üzerinde gizemli imgeler bulunan yüzüğü, aksanı, lakırdısı, sakalı ve saçlarıyla, şeytan motifini kara filme uygun hale getirdiği de kesin. De Niro’nun kariyerinin ise en ayrıksı karakteri olarak akıllara kazınacak. Tabii bu karakterin en önemli artısı, temelini ‘Louis Cyphre’ gibi Lucifer’e (şeytan) denk gelen akılcı bir isimden alması ve sürpriz dönüşler vesilesiyle dramatik yapıda ilginç sonuçlar yaratması..



Nasıl Seçtik?


Aslında seçimlerde çok da zorlandığımızı söyleyemeyeğiz. Çünkü ‘şeytan’ (ya da iblis, lucifer, hades veya ne derseniz deyin) figürü sinema tarihinde çok da fazla karşımıza çıkmıyor. Bunun da esas sebebi zor oturtulan veya portrelenen bir ‘figür’ olması elbette. Şeytan filmi örneklerini de bu sebeple çok fazla göremiyoruz.


Peki değerlendirme yargılarımız nasıl şekillendi? İlk seçimimiz Haxan’daki, sinema tarihinin ilk şeytanı oldu. Ondan sonra şeytanları üç tipe ayırdık. Bunlardan birincisi ‘insan bedenine giren şeytan’, ikincisi ‘öteki dünyadan gelen şeytan’, üçüncüsü ise ‘canavar kılığında dolaşan şeytan’. Tabii üçüncüsünün çok fazla elle tutulur örnekleri olmadığını göz önünde bulundurunca, bu konuda sadece bir örnekle (Şeytanın Gecesi) yetindik. İkinci olarak ise ‘insan bedenine giren şeytan’ mantığının üzerine gittik. Zira seçtiklerimizin beşi, figürün bu tip temsilleri. Ancak esas konu öteki dünyadan gelen şeytanlardı. Çünkü sinemada bu duruma fazla rastlamıyorduk.


Seçimleri yaparken ‘şeytan filmleri’nin, barındırdıkları karizmatik ton sayesinde daha ziyade kara filmleri andırdığını, şeytani karakterlerin de adeta birer mafya babası gibi takıldıklarını farkedip, gülümsemeden edemedik..


Kaynaklar: Dergi - Empire, Kitap - Canavarlar Yaratıklar Manyaklar


Kaynak: devilboy >>

0 yorum: