Black ve Dreamcatcher

|

Sitemizin editörlerinden ‘Black”in ilk kısa filmi ‘Büyükbabam’ı kısa bir süre önce yayınlamıştık. Black biz korkuseverlerin görüşleri doğrultusunda hız kesmeden ikinci filmini çekmiş.


Black yine %100 amatör olarak çektiği filmin yönetmenliğini kendisi yapmış ancak bu sefer filmde kendisi oynamamış.


Konu kısaca şöyle; Kasvetli bir günde işinden evine dönen bir adam evde korkunç bir sürprizle karşılaşır..


Buradan ”Dreamcatcher” filmini yayınlıyoruz..



Kaynak: devilboy >>

Black ve Dreamcatcher

|

Sitemizin editörlerinden ‘Black”in ilk kısa filmi ‘Büyükbabam’ı kısa bir süre önce yayınlamıştık. Black biz korkuseverlerin görüşleri doğrultusunda hız kesmeden ikinci filmini çekmiş.


Black yine %100 amatör olarak çektiği filmin yönetmenliğini kendisi yapmış ancak bu sefer filmde kendisi oynamamış.


Konu kısaca şöyle; Kasvetli bir günde işinden evine dönen bir adam evde korkunç bir sürprizle karşılaşır..


Buradan ”Dreamcatcher” filmini yayınlıyoruz..



Kaynak: devilboy >>

Martyrs

|

Gösterim Tarihi : 24 Nisan 2009 (Türkiye)
Yönetmen : Pascal Laugier
Senaryo : Pascal Laugier
Yapım:2008, Fransa, Kanada
Oyuncular: Morjana Alaoui, Mylene Jampanoï, Catherine Begin


İtiraf etmeliyim ki bu filmi hiç spoiler vermeden tanıtmak çok zor olsa da elimden geldiğince anlatmak ve izlemenizi sağlamak istiyorum. Bunu neden istiyorum, çünkü beğenerek takip ettiğim Fransız korku sinemasındaki ilerlemenin bir gün nerelere varabileceği konusundaki sezgilerim beni yanıltmadığından mutlu oluyorum. Açıkçası “Martyrs” ile sezgilerime güvenmem gerektiğine emin oldum diyebilirim. Yüksek Tansiyon ile beklenmedik bir zamanlamada tepemizden aşağı kaynar sular döken Fransa, sonrasında bir İçerde, bir Sınırda, bir orada bir burada derken kana revana buladı beyazperdeyi. Tüm bu dikkat çeken 3 filmde acı ve sorgulama sistemi, ağırlıklı olarak bireysel varoluşdaki arızalanma merkez alınarak ilerlerken, Martyrs başka bir tarafa doğru koşuyor sevgili seyirciler, sinema çizgisinin sağ tarafından beyazperdeye atılan şut gole dönüşüyor.



Filmin iki ana karakteri Lucie ve Anna, kaderin bağladığı şekilde bir araya geliyor. Filmin ilk yarısı kabuk gibi sarmalıyor ikinci yarısını. Bu kabuklaşma ilk yarıda “Lucie” üzerinden oluşturulurken, Anna karakteri ikinci yarıdaki işlevi dolayısıyla filme özünü veren sakat anlayışı temsil eden özel bir konumla yüceltiliyor ve adeta ilk yarıdaki kabuğu parçalayarak kırıyor. Ancak bu yüceltilme bildiğimiz kutsal kavramlara ters açıdan bakan bir anlama dayandırılıyor. 2 farklı bölümden oluşuyormuş gibi algılanan filmin amacı, izleyiciyi algısal zorlama ile ters açıya yatırmak. Bu farklılığı şu şekilde örüyor: Çok sert ve hızlı sahneler, kamera açılarını kullanarak mekan ve yüzler arasında yapılan hızlı geçişler kamera kadar izleyeni de koşturmacaya zorlayıp yoruyor. Son sürat, nefes nefese yapılan bu görsel yolculuk sergilenen şiddete anlam yüklemeye çalışan, kendince de bunu başaran (yada başardığını sanan) izleyicinin bir yandan bir şekilde taraf olma konusundaki kararsızlığını artırırken diğer yandan bu kabuklaşma dediğim ilk yarıda özdeşleşme sorunsalı yaşıyor.



Lucie filmin ilk 2 sahnesinde bu bahsettiğim sorunu yaşatıyor izleyene. İkinci yarıda kabuk dağılıyor ve film başka bir yere doğru yol alıyor (gibi görünüyor). Algısal yanılgının sebebi tam olarak şu: tempo düşüyor, aslında yine çok sert olan sahneler daha ağır bir işleyişle verilerek böyle hissedilmesi sağlanıyor. Oysa şiddetin nabız hiç düşmüyor. Sadece zaman sanki daha ağır işliyor gibi görünüyor. Bu yarıda özdeşleşme sorununu ortadan kaldıran işleyiş, izleyicinin gözünde Anna’yı bir azize kadar değerli kılıyor. Gore ve şiddet sinemasının tüm özgünlüğünü temaya tam kararla sindiren film serilenen şiddeti bir anlama dayandırıyor. Bunu yaparken referans olarak dini öğretileri, kaderi ve varoluşu alıyor ve bu kavramları kullanarak dayandırdığı anlama haklılık payı verme gayreti taşıyor.


Kısaca özetleyeyim konusu: Lucie , kendisini kapatıp işkenceye maruz edenlerden kaçmayı başarmış küçük bir kız çocuğudur. Ve 15 sene geçer bu olayın üzerinden. Müthiş bir sekansla açılıp Michael Haneke’ye selam çakar gibi görünen bu 15 sene sonrasını içeren birkaç sahne sonrası film Lucie’nin korkunç heyezanları ve onun kaderine dahil olan Anna’nın çaresizliğiyle, ilmek ilmek örülen gizem perdesinin karanlığını kana bulayacak, her iki oyuncu da sergilediği oyun gücü ile hafızalarımızda derin bir iz bırakacaklardır.


Bunu yeni dönem sinema filmleri hakkında belki ilk ve son kez söylüyorum: Beklentilerinizi yüksek tutun Martyrs sizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır.


Melisa Aydın


http://www.martyrs-lefilm.com



Kaynak: devilboy >>

Baghead

|

Yönetmen : Mark Duplass, Jay Duplass
Senaryo : Mark Duplass, Jay Duplass
Yapım:2008, ABD, 84 Dakika
Oyuncular: Ross Partridge, Steve Zissis, Greta Gernig, Elise Muller



Düşük bütçeyle yapılan filmler hakkında yine düşük bütçeli bir film. Daha doğrusu, bu camiadakilerin duyguları hakkında küçük bir temsil gibi.


Bağımsız sinema düşkünü, ünsüz ve çıkışsız 4 figüran (aslında oyuncular kendileri) filmimizin ana kahramanlarını oluşturuyor. Düşük bütçeli sinema camiasında efsane haline gelmiş bir yönetmen olan Jett Garner’ın rezalet ötesi filmini izlerken akıllarına bir fikir geliyor. Neden kendileri de böyle sıfır maliyetle bir film çekmesinler?


Filmin karakterleri çok önemli, çünkü tüm film boyunca tavırlarını, birbirleriyle olan ilişkileri belirliyor. Şişman ama sevimli Chad, masum bir güzelliğe sahip Michelle’e gizli gizli yanıktır. Bunu sadece en yakın arkadaşı (ve kızların gözdesi olan) Matt bilmektedir. Fakat Michelle, Chad’i bir abi gibi sevmektedir ve gönlü yakışıklı Matt’tedir. En yakın dostunun güvenini kaybetmemeye çalışan Matt’in bir de belası vardır; kokoş Catherine. Bu sarışın afetle zamanında bir ilişki yaşamış ve ayrılmışlardır. Oysa Cathrine, Matt’e olan arzusunu kaybetmemiştir ve hala sevgiliymişler gibi davranmaktadır. Michelle’i kendisine rakip olarak gördüğünden kadınsı içgüdüleriyle hareket etmekten sakınmayacaklardır.



İşte bu aşk dörtgeni, senaryo yazma amacıyla, Chad’in bir akrabasına ait dağ evine kapandıklarında daha da karışır. İlk fikirleri, dördünün oynadığı bir aşk filmidir fakat içki alemi yapıp sızmaktan başka bir şey yapamazlar. O gece Michelle bir kabus görür (ya da bu gerçektir); bahçeye kusmak için çıktığında, kafasına kese kağıdı geçirmiş bir adamın kendisini izlediğini görür. Sabah bunu arkadaşlarına aktarır ve Matt bu fikre balıklama dalar. Filmleri bir korku filmi olacaktır, kafasında kese kağıdı olan adam tarafından terörize edilen 4 genç hakkında bir teen slasher!


Senaryo üzerinde çalışmaları sırasında aralarındaki ilişki iyice karmaşıklaşır. Kıskançlıklar ve yanlış anlamalar neticesinde birbirlerine şakalar yapmaya başlarlar. Kafasına kese kağıdını geçiren diğerini korkutmaya çalışır ve başarılı da olur. Fakat olayın boyutu değişir, arkadaşlar gerçekten birbirlerine güvenlerini kaybeder ve belki de gerçekten başka bir kese kağıtlı adam ortaya çıkar. Amaçladıkları gibi geçmeyen hafta sonları bir cehenneme dönecektir.


Film gerçekten sıfır bütçeyle çekilmiş. Sanırım tek bir omuz kamerası kullanılmış; bazen görüntüler flulaşıyor. Fakat karakterlerin yansıtılması o kadar başarılı ki film ekstra bir gerçeklik kazanıyor. Dört oyuncu sanki rol yapmıyor. Tepkileri yerli yerinde ve abartısız. Bu kadar gerçek karakterler izleyicide hoş bir duygu uyandırıyor. Kısa süresiyle de sıkmıyor.


Wherearethevelvets


http://www.sonyclassics.com/baghead


Kaynak: devilboy >>

Saw 6

|

2004′ten itibaren her sene yeni bir testere ile karşılaştık. 8′e kadar yolu var demiştim, inanmayanlar olmuştu ama yapımcı Mark Burg’ün 6. filmin çalışmalarına başlandığını söylemesi sanırım beni haklı çıkarmaya yetiyor. Bir ”The Texas Chainsaw Massacre” ya da ”Friday the 13th” serisi  kadar uzaması beklenen yapım yine de ilgi çekmeyi başarıyor.


Bu arada Shawnee Smith’in Saw 6 filminin kadrosunda olduğunu söyleyen Burg, filmde yeni karakterlerin de yer alacağını belirtti. Saw 6 bu sefer yönetmen koltuğunda Kevin Greutert’ı ağırlayacak. 2009 Cadılar Bayramın da gösterime girmesi beklenen filmi sabırla bekliyoruz..


Kaynak: devilboy >>

Død Snø

|

Gösterim Tarihi : 23 Haziran 2009 (ABD)
Yönetmen : Tommy Wirkola
Senaryo : Tommy Wirkola, Stig Frode Henriksen
Yapım:2009, Norveç, 90 Dakika
Oyuncular: Ane Dahl Torp, Charlotte Frogner, Jenny Skavlan, Jeppe Laursen, Lasse Valdal


Jessica Biel’in güzelliğine rağmen “Easy Virtue“‘ye dayanamayıp filmi kapattıktan hatta eyytere beeeh diye bilgisayardan uçurduktan sonra hiç aklımda yokken acep maçı mı izlesem diye düşünüp dururken elektronik sıpama göz attığımda “Død Snø“‘nun inmek üzere olduğunu farkettim. Önümde 90 dakikalık iki seçenek vardı. Filmin günlerdir inmesini beklediğimi ve İspanya 5 atmadıkça maçın zevkinin çıkmayacağını düşününce saatler 22:59′u gösterirken filme start verdim.


Tommy Wirkola’nın Stig Frode Henriksen ile beraber yazdığı ve tek başına çektiği filmde Charlotte Frogner, Stig Frode Henriksen, Vegar Hoel, Jeppe Laursen, Evy Kasseth Røsten, Jenny Skavlan, Ane Dahl Torp, Lasse Valdal gibi isimler rol alıyor. “Død Snø” adını taşıyan film uluslararası karasularda “Dead Snow” adı altında gösterime girecek.



Bir grup tıp öğrencisi paskalya tatillerini Sara’nın dağ evinde geçirmek üzere yola çıkarlar. O sıralarda dağlarda kayak yapan Sara, gruba sonradan dahil olacaktır. Dağ evine gelip ortamın tadını çıkarmaya çalışan gençlerin kaldığı evin kapısına gerilim/korku filmlerinde sık sık rastladığımız öğreten adam peydah olur. Gençlerin kahvesini içen adamımız onlara nerede olduklarına dair bilgi vermeye başlar. Kamp yaptıkları bölge, nazilerin, Rusya ile İngiltere arasındaki konvoy bağlantılarını kesmek amacıyla çöreklendikleri ve Albay Herzog’un emri altındaki askerlerin bölgedeki sivillere terör estirdikleri yerdir. Daha sonra bölge halkı birlik olmuş ve buradaki birliklerin canına ot tıkamışlardır. Öğreten adamın uyarıları canlarını sıksa da eğlencelerine devam ederler. Ta ki adamın bahsettiği nazi askerleri karşılarına birer zombie olarak çıkana dek!..


Kar üzerinde olmalarına rağmen güçten kuvvetten kesilmeyen, dişlerini kullanmak yerine bıçağı, yumruğu tercih eden, ağaca bile tırmanma yeteneği olan nazi zombielerimizin tıp öğrencileri ile aralarında olan kovalamaca türün diğer örneklerinde de rastlayabileceğimiz oranda mizaha sahip. Yeni bir “Shaun of the Dead” olabilir mi denilmiş, aman derim bu beklentiyle izlemeyin filmi. Ayrıca zombie filmlerinin klasikleşmiş ısırılan kurbanın zombieye dönüşme hadisesi “Død Snø” için geçerli değil. Naziler, ari ırklarını zombie olsalar bile korumaya devam ediyorlar. Zombielere karşı savaş açan öğrencilerin ellerinde orak ve çekice rastlamak hoş bir ayrıntıydı. Orak fazla kullanılmasa da çekiç gayet güzel yer bulmuş kendisine. “Friday the 13th“, “Evil Dead” serisine diyaloglar arasında selektör yapan ekip, erlend’e “Braindead” t-shirtü giydirerek saygı duruşunda bulunmuş. Gerek Erlend’in ölümü gerekse iç organların halat olarak kullanımıyla “Braindead“‘den fazlasıyla nasibini almış bir film “Død Snø“. Referanslar böylesine sağlam olunca ortaya seyri kanlı bir film çıkmış. Ha bir de, Tommy Wirkola ismini takip edilecekler listesine eklemek gerekiyor.


Koray Aykanat


http://www.deadsnow.com


http://www.dodsno.no



Kaynak: devilboy >>

Horrors of War

|

Yönetmen: Peter John Ross, John Whitney
Senaryo: Philip R. Garrett
Yapım: 2006 ABD Süre: 99 Dakika
Oyuncular: Jon Osbeck, Joe Lorenzo, Daniel Alan Kiely, C. Alec Rossel



Normal şartlarda on üzerinden iki alması gereken bir hayli ucuz bu film, aslında şu anda tam anlaşılmamakla birlikte yaratıcılarını ileride meşhur edecek bir kült film tohumu. Son zamanlarda benim gördüğüm, Amerika’dan çıkmış en başarılı bağımsız korku projelerinden bir tanesi. Bir kere film her karesinde çok ucuz ve çok kalitesiz, bunu söylemeliyim.


Horrors of War, muhtemelen bir arkadaş grubu tarafından, yüzbin dolar gibi bir para toplanarak 16 mm’de çekilmiş. (Hatırlarsanız Starship Troopers II bile 6 milyon dolar bütçe ile çekilmişti - 100.000 - 150.000 dolar amerika için para değil yani anlayın) Anlattığı öykünün uçukluğuna da bakarsanız FİLMİN NASIL UCUZ GÖRÜNDÜĞÜNÜ daha iyi anlarsınız: II Dünya savaşı, Normandiya çıkarması sonrası Fransa!!!


Varan bir = SAVAŞ FİLMİ (kostümler, silahlar, patlamalar vs vs) Hitler müttefik ilerlemesini durdurmak için gizli silahlarını devreye sokuyor: insanlıktan çıkmış, vur vur ölmeyen ZOMBİ NAZİ ASKERLERİ!!! Hobaaaaa, Varan iki: ZOMBİ FİLMİ (Makyaj, efekt vb). Bir de bu yetmezmiş gibi Fransa’nın Nazilere karşı yerel direnişini sembolize eden bir KURTADAM öyküsü!!!! ÖH ÖH ÖH ÖHHHH!!


ABD ordusunda görev yapan ve daha önce de bir görevinde söz konusu ZOMBİ askerlerle karşılaşıp adamlarını kaybeden Kahramanımız John Schmidt, doldurduğu rapor komutanları tarafından safsata niteliğinde bulunduğu için (”zombiydi abi walla bak, vurdum vurdum ölmedi, allah cezamı versin walla bak”) yüzbaşılıktan teğmenliğe terfi ettirilmiştir. Ne var ki söz konusu safsata rapor olayları iyice ayyuka çıkınca, Schmidt konuyu derinlemesine araştırması için bir bölük askerle birlikte düşman hatlarının arkasına bir keşif görevine gönderilir. Burada zombiler yetmezmiş gibi bir de kurtadamlarla müşerref olucaklardır. Sonra içlerinden biri KURTADAM MİKROBU kapacak ve film ikinci yarısında KURTADAMLAR ve ZOMBİLER arasında kafa kaşıyıcı bir mücadeleye dönüşecektir. PEEEH!!!



Gerçekten de eh doğrusu peh doğrusu denir başka da birşey denmez bu filme. Bütçe tabi ki, kürdan kadar olunca, film de fantazmanın dütt dediği yere kadar bi gidip geleyim deyince, iyice rezil ötesi görüntüler ortaya çıkıyor. Savaş sahnelerinde askerler dura dura savaşıyorlar. Ayağını yorganına göre uzatmayan, buna karşılık sanki mübarek milyon dolarlık bir proje yapıyormuş gibi senaryoyu aynen uygulayan yönetmenler, uçaktı, paraşütle atlamaydı gibi sahneleri de göstericez dedikleri için bilgisayarda çizilmiş ucuz görüntüler ile karşılaşıyoruz. Ama helal olsun gençlere, gayet güzel de kotarıyorlar aslında. Yönetmenler özellikle savaş ve korku sahnelerinde çok kötü anlatım ve plan tercihlerinde bulunuyorlar, kesinlikle bu iki türü - aksiyonu ve korkuyu - aktarmada başarılı değiller. Hele kurtadam zombi ile dövüşürken saçma sapan bir slow motion’a sardırıyorlar ki öğğ yani.


Buna karşılık anlam veremediğim bir şekilde oyunculuklar kalbur üstü ve hatta bazı yüzlerde oldukça başarılı! Yönetmenler oyuncuları düpedüz çok iyi idare etmişler! Filmin plastik efektleri de (zombi ve kurtadamların genel görünüşleridir kastım) başarılı sayılır. Filmin jeneriğini de çok sevdim, hatta filmi izlerken yaşadığım iniş çıkışlara ilkin o neden oldu. Önce jenerik geçip bitene kadar kaliteli bir film sandım, sonra ucuz-rezil dedim, sonra ne oluyor dedim, sonra bu ne saçmalık, iyi iyi dedim, yok be ne iyisi dedim, en sonunda da “eh be kardeşim ne yaptınız siz” dedim film bitti.


Yönetmenleri bundan sonraki projelerinde komedi türüne yönelirlerse daha başarılı olacaklardır. Ben öyle hissettim; özellikle kara komedide. Korku ve aksiyondan uzak dursunlar. Ama çok ilginç ve bence kesinlikle izlemeye değer, bir B, bir C, bir D filmi, bir kalitesizlik ve ucuzluk başyapıtı. Kısaca bir kült tohumu. Kurgusu ve anlatımı kötü olmasa ne olurdu siz düşünün.


Gökhan Toka



Kaynak: devilboy >>

Quarantine

|

Yönetmen: John Erick Dowdle
Senaryo: Drew Dowdle, John Erick Dowdle
Yapım: 2008 ABD Süre: 103 Dakika
Oyuncular: Jennifer Carpenter, Steve Harris, Jay Hernandez, Greg Germann



Bir reality şov çeken Angela ve kameramanı bir akşam, bir grup itfaiyecinin peşine takılır. Bir yardım çağrısıyla daldıkları apartmanda kudurmuş zombilerle karşılaşırlar.


İspanyol zombi filmi [Rec]‘i 2008 yılının en iyi korku filmlerinden saymak üzereydik ki, filmin Hollywood sürümü karşımıza çıktı. Yapımcılar neyin peşinde? En hızlı yeniden çevrim madalyasının mı? Yapımcı şirket Columbia, [Rec]‘in yeniden çevrimini, kesinlikle Cloverfield’in reality-korku katarındaki doğal devamı olarak görüyor. Bu yüzden ‘zombi vebası’ janrı bir şablon olarak ele alınıp aktüel kameranın doğrudanlığıyla görselleştirilmiş.


Yeniden çevrimin nasıl bu kadar çabuk kotarıldığına şaşmamak gerek. Çünkü film, çekimlerinden kurgudaki sıçramalara kadar orijinalinin ikizi. Hatta olayın geçtiği apartman bile aynen kopyalanmış. Karantina’nın buna rağmen tiksinç ve tırnak kemirten bir film olmayı başarması, kaynağının gücünden kaynaklanıyor. Bu, en çok ses tasarımında görülüyor. Siren ve helikopter sesleriyle 11 Eylül sonrası panik atmosferi ses bandında elle tutulur biçimde inşa edilmiş.



Gizli otoritelerin halkın önüne barikat kurması konsepti, ABD’de son dönemde yükselen milliyetçiliğe gönderme yaparak, öykünün İspanya’dan ABD’ye taşınmasına bir mazeret yaratıyor. Yine de dürüst olursak, Dowdle o kadar kopyacı davranmış ki, bir yönetmenden çok, başkasına yaptırdığı ödevi öğretmenine kakalamaya çalışan bir öğrenciye benziyor.


Kabul etmek gerekir ki, [Rec]‘in kendisi de pek nevi şahsına münhasır bir yapıt sayılmazdı. [Rec], Romero filmlerine bir saygı duruşuyla, Blair Cadısı ve Evil Dead’in garip bir karışımıydı. Filmdeki etkiyi yaratansa, bütün bu zombi dehşetini inanılır kılan acımasız belgesel üslubuydu. Senaryodaki ani ölümler ekipten bile saklanarak doğal bir panik havası yaratılmıştı. Bu kendiliğindenlik duygusu ‘çeviride’ kaybolmuş: Ekipman fazla profesyonel, dehşet sahneleri fazla sinemasal ve oyunculuklar asla yeterince gerçekçi değil. Filmin keskin kenarları, Hollywood cilasıyla parlatılarak yok edilmiş. Bu durumda şu soru akla geliyor: Bir reality korku filmini ‘düzgün’ şekilde yeniden çekmek işin özüne aykırı değil mi?


http://www.sonypictures.com/homevideo/quarantine



Kaynak: devilboy >>

Mulholland Drive

|

Yönetmen: David Lynch
Senaryo: David Lynch
Yapım: 2001 ABD, Fransa Süre: 147 Dakika
Oyuncular:Naomi Watts, Laura Harring, Ann Miller, Dan Hedaya, Justin Theroux



David Lynch’in gerçek dünyayı sürreal bakış açısından anlatma tekniğinden kimilerine göre yorucu, kimilerine göre kolay çözümlenebilen, yine de üstadın isim yapmış sinemacı kimliğinden dolayı kuşkuyla yorumlanan bir başyapıt. Mulholland Çıkmazı, sıra dışı bir aşk öyküsü mü, bir cinayet kurgulaması mı, bilinçaltına Lynchvari bir dalış mı, yoksa başka bir şeyden mi bahsediyor?


Yorumların permütasyonlarına bakılırsa, bir çok izleyici için yorumlamanın sonuç noktası duygular üzerine, ve bu hastalıklı aşk öyküsü ister istemez kafa karıştırıyor. Filmi bir kez izlediğimde elde ettiğim sonuç, kendimce gayet açık bir şekilde hafızamda çerçevelendi ve bu çerçevede gördüğüm şu idi: Hollywood sineması, yada Amerikan sinema sektörü diyelim, bu sinemanın geçmişten günümüze dek kullandığı klişeler, tümü olmasa bile Amerikan sinema sektörünün oluşturduğu tür ve alt türler, çeşitli sembolizelerle anlatılmış, western, korku sineması, aşk hikayeleri, dramalar , suç ve cinayet temalı filmler, mafia filmleri ve bunlar gibi türler, zaman zaman filmin içine serpiştirilen gizemli karakterler yardımı ile, her parçayı tek tek hafızanıza işleyeceğiniz ve ancak filmin sonunda bir bütüne bakabileceğiniz puzzle gibi duruyor.


Filmin alt (ve gizli) teması, akılları karıştıran (tıpkı Kayıp Otoban’da olduğu gibi) iki farklı bölüm sıralaması ile (kişiliklerin durum ve konum değişikliği) her şeyin bir hayalden (mi) ibaret olduğu, görünür tema içinde saklanmış, yönetmenin bilerek ve isteyerek yaptığı bir şey bu. Peki alt temada, usul usul fısıldanan ne? Sinema (siz ister buna Hollywood sineması deyin, isterseniz tüm bir sinema sektörünü parantez içine alın) bir ilizyondur, hiçbir şey göründüğü gibi değildir.




Sinema, size görmekten yada duymaktan haz duyacağınız şeyleri sunar ve bu ilizyon, perde arkasındaki güçlerin elindedir. Bir yönetmen, senarist yada oyuncu istediği kadar prensipli, özgün yada başarılı olsun, bu hayali dünyaya adım attığı andan itibaren ışıltıların, şatafatın büyüsüne teslim olur, yavaş yavaş benliğinden kopma noktasına gelir ve bu durum başladığı andan itibaren ise tüm kontrol izleyicinin beğenisi ile para kontrolünü eline alan o perde arkası güçler arasındaki bir paylaşıma, alış verişe dönecektir.


Lynch, Mullholland Çıkmazı ile bizlere sunulan tür sinemalarının, hatta tüm sinema sektörünün sanatın ötesinde bir amaca hizmet ettiğini, yıldız olma hayali nedeni ile bilincinden kopmaya başlayan bir genç kız kanalı ile onun bu imkansız hayalini , (başka bir kadın yıldıza olan aşk, burada Rita Hayword göndermesi müthişdi bu arada) anlatıyor. Ve bu kurguya paralel olarak da, bir çok zorluklarla karşılaşan, istediği oyuncuyu bulmak için bile dayatmalara, baskılara maruz kalan genç bir yönetmen akıllara yoksa bu yönetmen David Lynch’in gençliği mi sorusu getiriyor.


Kısaca kendimce yaptığım yorum: Sinema bir ilizyondur, kendinizi bu büyülü dünyadan seçtiğiniz karakter yada kişelere yakın görebilir, reddedebilir yada kabul edebilirsiniz, ancak bu ilizyona katılımınız sadece bir izleyen olarak kalmayabilir, adım atmak isteyebilir, bu adımı atabilirsiniz de, ya sonrası? Lynch bunu anlatmıştır, kendisine özgün sürreal sinema anlatım tekniğininin de yardımı ile.


Melisa Aydın



Kaynak: devilboy >>

Night of The Comet

|

Yönetmen: Thom Eberhardt
Senaryo: Thom Eberhardt
Yapım: 1984 ABD Süre: 95 Dakika
Oyuncular:Catherine Mary Stewart, Kelli Maroney, Robert Beltran



1980′leri, 80′lerin müziklerini, saçlarını, kıyafetlerini, tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de düşük bütçeli “Grindhouse” tadında “bilim kurgu-aksiyon-komedi-korku-gençlik filmi” karışıklarını seviyorsanız, bu filmden daha iyisini bulabilmeniz çoook düşük bir olasılık.


Türkiye’nin Erövizyondaki müjdeli yakarışı sayesinde bugun bile net hatırladığım Halley ve onun kuyruğunun dünyanın başına ördüğü çoraplar hakkında bir film. Halley dünyadan ilk geçtiğinde dinazorlar yok olmuştur. İkinci kez geçtiği 80′lerin başında ise dünya “Hahaha halley” diye şarkılar söyleyip, topluca onun gelişini kutlamaya hazırlanmaktadır. Lise hayatlarının son sınıflarında olan iki kız kardeş ise kuyrukluyıldıza pek aldırmamaktadırlar. Herkes dışarıda neşe içinde yıldızın geçişini izlerken onlar kendi alemlerindedir. Ertesi gün uyanan kızlar, Los Angeles’da kendilerinden başka tek bir insan bile kalmadığını görürler. Bütün şehir kırmızı bir gökyüzü altında terk edilmiştir. İnsanlardan geriye elbiseleri ve bir avuç kırmızı toz kalmıştır. Toz olmayan insanlar ise zombiye dönüşmüşlerdir.


Kızlar birilerini bulabilmek amacıyla radyo istasyonuna giderler ve burada kendileri gibi hayatta kalmayı başarmış Hektor ile tanışırlar. Kızların radyodaki yayınlarını işiten, çöldeki gizli bir üsteki bir araştırma grubu ise onlarla temasa geçer. Grup gelip onları alıncaya kadar geçecek olan zamanı kızlar müzik dinleyip, uzilerle etrafa ateş edip, boş sokaklarda turlayıp, tabi ki alışveriş merkezlerine gidip “Girls Wanna Have Fun Now” şarkısı eşliğinde bedava alışveriş yaparak değerlendirirler. Kızlar bir süre sonra insanlığın geleceğinin onlara ve dos tabanlı bilgisayar oyunlarında geliştirdikleri aksiyon becerilerine emanet olduğunu fark edeceklerdir.


Zombi içeriği dolayısı ile gerçek anlamda kanlı canlı zombi beklerseniz aldanırsınız; daha çok Omega Man’in (ve last man on earth’ün) çok daha eğlenceli bir versiyonu olarak değerlendirilmeli.


Ciddi bir hayran kitlesi bulunan filmin fan sitesi şu şekilde; www.nightofthecomet.info


Gökhan Toka



Kaynak: devilboy >>

Dead Snow

|

Gösterim Tarihi : 23 Haziran 2009 (ABD)
Yönetmen : Tommy Wirkola
Senaryo : Tommy Wirkola, Stig Frode Henriksen
Yapım:2009, Norveç, 90 Dakika
Oyuncular: Ane Dahl Torp, Charlotte Frogner, Jenny Skavlan, Jeppe Laursen, Lasse Valdal


Dead Snow, Norveç yapımı bir zombi filmi. Hikaye icabı, 2. Dünya Savaşı sırasında Norveç civarını işgal ederken ölen Alman askerleri bir gece aniden hortlarlar ve ortamda terör estirmeye başlarlar.


Film anavatanı Norveç’te çoktan gösterime girmiş. Buralara uğrarmı bilemiyoruz ama ABD’de 23 Haziran’da gösterime girecek olan film ayrıca 7 Mart’ta Almanya’da Berlin fantastik film festivalinde gösterilmiş.


Fragmanı izlediğimde korku/gerilimden çok bir komedi izlenimi edindim. Norveç işi ‘Shaun of the Dead’ olur mu diye düşünmeden edemiyorum.


Fragman burada;



http://www.deadsnow.com


http://www.dodsno.no


Fiyakalı afişte bu şekilde;



Kaynak: devilboy >>

Criminal (videoart)

|

Hiç kuşkusuz Türkiye’nin en önde gelen, en sıradışı ve en başarılı videoart sanatçılarından biri olan ve sitemiz bünyesinde yazarlıkta yapan Videodream Project ‘in bizler için hazırlamış olduğu ilk video klip denemesi Criminal’i Korkusitesi.com olarak sizlerle paylaşıyoruz. Hiç bir karesi alıntı olmayan ve tümü tamamen kendi el yapımı olan videomuzun parçası ise Marilyn Manson - Resident Evil Main Theme.


 


Bu arada şunuda belirtelim Videodream Project’in hazırlamış olduğu videoların tumu old school tekniği ile hazırlanmıştir. O’nu diğerlerinden ayıran en büyük özelliğide bu tekniğidir. Videodream Project çevrenizde gördüğünüz ve aklınıza dahi gelmeyecek en basit nesneleri birer sanat objesine dönüşturerek bizlere görsel bir şölen sunuyor. Videodream Project bundan sonra bir çok videoart çalışması ile bizlerle birlikte olacak. Bizi izlemeye devam edin…


Kaynak: dexter >>

Witchery

|

Yönetmen: Fabrizio Laurenti
Senaryo: Harry Spalding, Daniele Stroppa
Yapım: 1988 ABD, İtalya Süre: 95 Dakika
Oyuncular:David Hasselhoff, Linda Blair, Catherine Hickland, Annie Ross



1988 yılında Fabrizio Laurenti tarafından çekilen filmin o dönemin filmlerinde -özellikle İtalyan filmlerinde- sık görüldüğü üzere birden fazla ismi mevcut. İtalya’da ‘La Casa 4′ olarak bilinen filmin diğer isimleri; ‘Witchery’, ‘Witchcraft’, ‘Ghosthouse 2′ ve ‘Evil Dead 4′.. Film o dönemde ülkemizde ki video piyasasında ise ‘Şeytanların Dönüşü’ olarak biliniyordu.


Küçük bir çocukken izlediğim ve üzerimde uzun yıllar boyu hatırlanacak derin etkiler uyandırmış olan bu film, hasta bir zihnin izlerini taşıyan sayısız uygulamalar ile bezeli. Küçük bir grup, cadı ve hayaletlerin domine ettiği bir adadaki terk edilmiş otelde bir gece geçirmek zorunda kalırlar. Anakara çok yakında olmasına rağmen kurtulmayı başaramayacaklardır.



Satanik bir cadı kültü tarafından bir bir, birbirinden ilginç yöntemlerle öldürülen grubun üyelerinden, Exorcist yıldızı Linda Blair’in oynadığı Jane Brooks karakteri ve Kara Şimşek dizisinin yıldızı David Hasselhoff dikkat çekiyorlar.


Tam bir 80′li yıllar korkusu olan film, kötü oyunculuklar, çok kötü efektler ve kötü yönetmenlik ile günümüzde izlendiğinde “bu ne ya” tepkisine neden olsa da, hasta zihin uygulaması ölüm sahneleri yine de halen ilgi çekebiliyor. Özellikle ağzı cadılar tarafından dikilen kadının, diğerlerinin yakmaya çalıştığı şömine bacasında aşağı sarkıtılması ve yardım isteyemediği bu durumda çıtır çıtır kavrulurken diğerlerinin kemiklerinin kötü kokular eşliğinde ısınması, filmin hababam üzerine gittiği “yanı başında olup da kurtulamama” psikopatlığının incilerinden, hatırlamaya değer bir sahnedir.


Film, David Hasselhoff gibi 80′li yıllara damga vurmuş bir starın neden piyasada olmadığı ile ilgili de, Hasselhoff’un kötü oyunculuğu ekseninde bazı ipuçları vermektedir.


Gökhan Toka



Kaynak: devilboy >>

Død Snø (aka Dead Snow) 2009

|


Director:Tommy Wirkola
Writers:Stig Frode Henriksen (written by)Tommy Wirkola (written by)
Release Date:9 January 2009 (Norway) more
Genre:Action | Adventure | Comedy | Horror more
Tagline:Ein! Zwei! Die!
Plot:A ski vacation turns horrific for a group of teenagers, as they find themselves confronted by an unimaginable menace: Nazi zombies.
TRAILER

Jenifer (Masters of Horror - Sezon 1 Bölüm 4)

|

Yönetmen: Dario Argento
Senaryo: Steven Weber, Bruce Jones (öykü)
Yapım: 2005 ABD Süre: 60 Dakika
Oyuncular:Steven Weber, Carrie Fleming



Dedektif Frank Spivey ve ortağı köprüaltına park ettikleri arabalarında tıkınırlarken, Spivey ilginç bir olayla karşılaşır. Evsiz bir adam kucağında taşıdığı ellerinden bağlı bir kızı satırla doğramaya hazırlanmaktadır. Adamı vurup kızı kurtaran Spivey, kızın yüzünün tamamen deforme olduğunu ve yaratığa benzediğini görür. Adı Jenifer olan kız konuşamamaktadır. Kısa bir süre alıkonan kızın salındığında gidecek bir yeri olmadığını fark eden Spivey, sorumluluk bilinciyle karışık gizli bir cinsel istekle ona sahip çıkar ve onu evine getirir. Bundan ne ailesi, ne zavallı kedileri, ne de komşunun küçük kızı pek hoşlanmayacaktır. Çünkü Jenifer’in sekste olduğu kadar çiğ et yemekte de doğal bir yeteneği vardır.


Mick Garris’in kafa babalığını yaptığı Masters of Horror serisinin en akıl kurcalayıcı, en çarpıcı, en mide kaldırıcı bölümlerinden biri. Serideki favori bölümüm bu değilse de, yine de en iyi bölümlerden biri. Dizinin adının hakkını veren büyük korku ustalarından Dario Argento’nun sınır tanımayan yorumuyla hiç de ortodoks bir öykü olmayan bu öykü inanılmayacak kadar sarsıcı biçimde, gücünden hiçbirşey yitirmeden aktarılmış. Amatör bir yönetmen gerçekten de bu öyküyü anlatmayı başaramazdı. Filmde gore sahneler sıkça karşımıza çıksa da, filmin asıl mide kaldırıcı gücünü, bir erkeğin bastırılmış güdülerini ortaya çıkarmaktaki becerisinde bulduğunu söyleyebiliriz. Böylesine korkutucu bir yaratıkla, böyle bir yüzle sevişmek ister miydiniz? Hayır mı? Dedektif Spivey’in Jenifer’in farkından, ondaki tehlikeden ve şeytani yönden etkilendiği çok açık. Bastırılmış güdülerin ve isteklerin dışavrumunda ortaya çıkan sevişme sahneleri, inanın filmdeki gore sahnelerinden çok daha mide bulandırıcı. Bazı sahnelerin de (oral seks sahneleri gibi) kesilmiş olmasına rağmen. Erkek izleyiciler için daha şok edici olduğunu, ama kadınların da küçük dillerini yutacaklarını düşünüyorum. Erkeğin hayvani istekleri ile arasındaki köle-efendi ilişkisindeki küçüklüğü çok güzel anlatılmış. Bu film herkesin gözüne gözüne küpe olsun, benden söylemesi.


Bir de korku filmlerini neden seviyoruz biliyor musunuz? Çok güzel bir örnek: Google’da “Jenifer” yazıp grafikler bölümünde arayın. Pop kültürümüzün uluslararası ilahelerinden kopiraytmopiraytlı zevksizlik abidesi Jenifer Lopez resimleri sayfayı dolduruyor. Ama artık yalnız değil. Çünkü artık “Jenifer” da var :)) Jenifer’lar meclisine milletvekili sokmuşum gibi sevindim. Jenifer yazıp Lopez’li bir göz ziyafeti çekmek isteyen yeni yetmeler biraz da bizim Jenifer’ımızın güzelliğine baksınlar :)) Bakalım kaç tanesi onunla sevişmek isteyecek?


Gökhan Toka



Kaynak: devilboy >>

Joker Tribute

|

Şarkı: Coming Undone
Artist: Korn
Film: The Dark Knight


Korku filmleri karakterleri dışında sevdiğim bir karakter varsa oda kesinlikle Jack Nicholson’ın canladırdığı Joker’dir. Hatta bu karakterin bir çok korku karakterinden daha korkunç olduğunu bile düşünüyorum. İşte en son Batman filmi Dark Knight‘da Joker efsanesini nasıl devam ettireceği soru işareti olan aktör Heath Ledger bu işin altından alnının akıyla çıktı ve bir anlamda Jack Nicholson’ın efsanesini al aşağı etti. Çok trajik bir biçimde yaşama veda eden aktörün canlandırdığı Joker karakteri ‘Korn’ şarkısı ‘Coming Undone’ eşliğinde geliyor. Ne de olsa biz Batman değil Joker’cileriz!..



Kaynak: devilboy >>

Yenileniyoruz..

|

Uzun zamandır test yayınında olan sitemizin popülerliği korkusever arkadaşlarımızın ilgisi, desteği ve katılımlarıyla her geçen gün daha da artıyor. Türkiye’de her anlamda doyurucu bilgiler içeren korku sitesi eksikliğini doldurmak için bir araya gelen bu güzel oluşumu daha da ileri taşımak adına uzun zamandır uğraş verdiğimiz yeni tasarımımıza kesin bir tarih veremesekte 1-2 hafta içinde geçiyoruz..



Yeni tasarımımızın hem görsel açıdan hemde site kullanımı açısından çok daha profesyonel olacağını şimdiden belirtelim. Yeni sitemizin en önemli artıları, önem sırasına göre uygun şekilde kendi bölümlerine ayrılan yazılar ile detaylı arama olacak. Bunun yanında multimedya’ya daha fazla önem vereceğimizi de belirtelim. Müzik ve video kullanımı açısından tam istediğimiz gibi bir sistemle geliyoruz. Ayrıca sitemize özgü wallpaperlar, flash korku oyunları ve grafik zombi çalışmaları gibi çok seveceğiniz yeniliklerimiz var.


Sitemizin yeni görsel tasarımı hepimizin aklını başından alacak güzellikte olacak. Bu konuda müthiş tasarımlar ortaya çıkaran grafik tasarımcımız sevgili Dexter yoğun şekilde çalışıyor ve şimdiden güzel şeyler ortaya çıkardı bile. Yeni logomuzun çalışmasını bitiren Dexter korkusitesi’nin iddialı bir tasarımla karşınızda olacağını söylüyor. Yeni sitemizi bir an önce bitirmek için uğraşırken siz korkusever arkadaşlarımızında eski sitemizde olduğu gibi aynı destek ve heyecanla bize katkıda bulunacağınıza inanıyoruz. Bol korkulu günler…



Kaynak: devilboy >>

Albert Hamilton Fish

|

Kurban +17
Edward Budd 18 yaşında atılgan bir gençti. Kendini geliştirmek ve ailesinin eline bakmamak için, 25 Mayıs 1928′de gazeteye ilan vererek iş aramaya karar verdi. Özellikle şehirde çalışmak istiyordu, annesi, babası ve dört kardeşiyle yaşadığı köyün tozundan, toprağından, pisinden uzaklaşmak için…


Ertesi pazartesi 28 Mayıs’da annesi Delia kapıyı açtığında, kendini Farmingdale, Long Island’dan Frank Howards diye bir çiftçi olarak tanıtan, yaşlıca bir adam duruyordu karşısında. Edward’la iş hakkında görüşmek istiyordu. Delia 5 yaşındaki Beatrice’e gidip arkadaşında olan abisini çağırmasını istedi. Yaşlı adam küçük kıza gülümsedi ve bir çeyreklik verdi. Edward’i beklerken, Delia adamı inceledi. Şefkatli bir yüzü vardı, gri saçları ve gri sarkık bir bıyığı vardı. Bayan Budd’a hayatını şehirde içmimar olarak kazandığını söyledi. Ama artık emekli olduğunu ve kazandıklarıyla aldığı çiftliğe yerleştiğini anlattı. Altı çocuğu tek başına yetiştirmişti, çünkü karısı onu 10 yıl önce terketmişti. Çocuklarının yardımı, çiflikteki yardımcıları ve İsveçli aşçısı ile yüzlerce tavuk ve altı tane ineği yetiştiryiordu. Ama şimdi yardımcılarından biri ayrılacaktı ve yerine birini arıyordu. O sırada gelen Edward boyu-posuyla dikkat çekiyordu ve kendini iyi bir işçi olarak göstermeye çalışıyordu. Bay Howard ona haftada 15 $ teklif etti, bu teklifi büyük bir sevinçle kabul etti. Hatta Edward’ın en yakın arkadaşı Willie’yi de işe almayı kabul etti. Cumartesi hazır olmalarını onları gelip alacağını söyleyerek gitti.


Çocuklar ve aileleri bu kadar çabuk cevap gelmesine ve bu kadar kazançlı bir iş bulmalarına çok sevinmişlerdi. Ama 1 Haziran cumartesi günü kimse gelmedi. Sadece elle yazılmış, meşgul olduğunu ama yarın geleceğini belirten bir not geldi. Ertesi sabah 11′de Frank Howard elinde çiftliğin ürünleri olduğunu söylediği çilek ve taze süzme peynirle geldi. Delia mutlaka öğle yemeği için kalmasını istedi. Baba Budd’da bu sayede oğlunun yeni işvereni ile tanışma ve konuşma fırsatı buldu. Babaları mutlu eden türden bir muhabbetti. Nazik ve müşfik bir adamdı ve coşkuyla 20 dönüm tarlasını, arkadaş canlısı yardımcılarını, doğal ve basit, ama mutlu çiftlik hayatını anlatıyordu. Oğlunun ihtiyacı olan şeyin de bu olduğunu biliyordu. Albert Budd bir hayat sigortası satıcısıydı, hep sakin ve uysal bir insandı. Yaşlı adamın kırışık takımının görünümü hiç hoşuna gitmemişti, ama genel havası inandırıcı ve kibardı. Yemeğe oturduklarında kapıdan içeri şarkı mırıldanan sevimli bir kız geldi, bu 10 yaşındaki Gracie’ydi. Büyük kahverengi gözleri ve koyu kahverengi saçı, açık renk teni ve pembe dudaklarıyla güzel bi tezat oluşturuyordu, ilerde çok can yakacak bir kız olacağı belliydi. Kiliseden geliyordu ve üzerinde pazar kıyafeti vardı: Beyaz ipek elbise, beyaz kısa çorap ve boynunda inciden bir kolye… Bu halde yaşından daha olgun duruyordu.



Frank Howard; onunla karşılaşan hemen hemen her erkek gibi uzunca bir süre ondan gözlerini alamadı. “Bakalım hesabın nekadar iyi” diyerek ona kalınca bir deste para verdi. Budd Ailesi adamın üzerinde bu kadar para taşımasından etkilenmişti. “Doksan-iki Dolar ve elli Cent” diyerek Gracie parayı iade etti. “Ne kadar parlak bir çocuk” diyen Howard, ona, kendine ve kızkardeşi Beatrice’e şeker alması için 50 cent verdi. Howard onlara akşama doğru uğrayıp Edward ve Willie’yi alacağını söyledi, ama önce şehire inmesi gerekiyordu, kız kardeşinin çocuklarından birinin doğum günü partisi vardı. Gençlere sinemaya gitmeleri için 2′şer dolar verdi. Tam çıkmak üzereyken, yeğeninin doğumgününe Gracie’yi de davet etti. Ona iyi bakacağını ve akşam 9′dan önce eve döneceklerini söyledi. Delia kız kardeşinin nerde oturduğunu sordu, Columbus’ta 137nci caddede diye adres aldı. Tam emin olamıyordu ve yollamak konusunda karasızdı ki, babası kız için iyi olacağını söyledi.


“Bırak zavalli kız gitsin, eğlenmek için çok fırsatı olmuyor…” Delia, Gracie’ye en iyi mantosunu giydirdi ve gri çizgili şapkasını taktı. Onları kapının önüne kadar geçirdi ve yürüyerek gözden kaybolmalarını izledi. O akşam ne Frank Howards’tan ne de Gracie’den bir iz yoktu. Uykusuz ve habersiz geçen korkunç bir geceden sonra genç Edward karakola kızkardeşinin yokluğunu bildirmeye gitti.


GRİ ADAM
“En kötü kısmı, verdiği adresin yanlış olmasıydı”, dedi Polis memuru Samuel Dribber. O nazik adam bir dolandırıcıydı. Ne Frank Howard diye biri vardı, ne de Farmingdale, Long Island’da bir çiflik. Hiçbiri doğru değildi. Normal araştırmalar başlatıldı. Anlattığı herşeyi tek tek kontrol ettiler. Hatta Budd’ların ellerindeki sabıkalıların, sübyancıların ve ruh hastalarının fotoğraflarına bakmaları istendi. Bir sonuca varılamadı. Gracie’den bir iz yoktu. 7 Haziran’da New York polisi ülkedeki her karakola üzerinde Gracie’nin resmi ve “Frank Howard”in tanımı olan 1000 tane el ilanı yolladı. Bu kampanya ve yerel duyurular sonucunda, Gracie’yi gördügünü iddia edenler ve ihbar mektupları furyası yaşandı. Bu davaya atanmış 20′den fazla detektif herbirini ipucu olasılığı için araştırdı. Aralarında bazıları gerçeklere dayanıyordu. Polis el yazması notun Budd Ailesine yollandığı Western Union ofisini ve notu buldu. Yazısına ve gramerine bakılarak, “Howard”ın eğitim almış, ince bir kişi olduğu anlaşılıyordu. Aynı zamanda hediye götürdüğü süzme peyniri de nereden aldığı belirlendi, her iki adres de Doğu Harlem’deydi. Artık araştırmalarını yoğunlaştırabilecekleri bir bölge vardı.



New York polisi çocuk kaçırmalarına yabancı değildi. Hatta bir yıl önce bu olayla hemen hemen aynı başka bir olay daha vardı. 11 Şubat 1927′de 4 yaşındaki Billy Gaffney kapının önünde komşusu olan 3 yaşındaki aynı isimli kişiyle oynuyordu. 12 yaşındaki komşu evde uyuyan kız kardeşine ve bu iki çocuğa dikkat ediyordu. Kız kardeşi ağlamaya başlayınca yanlarından ayrılıp eve girdi, geri döndüğünde ufaklıklar yerlerinde yoktu. Genç Billy’nin babasına haber verdi ve beraber aramaya başladılar. Babası sonunda oğlunu karşı apartmanın en üst katında buldu, çatıdan iniyordu. Billy Gaffney’in nerde olduğu sorusu üzerine, ” Onu öcü aldı” diye cevap verdi küçük.


Ertesi gün bir sürü detektif gelip olayı araştırmaya başladıklarında kimse 3 yaşındaki tanığın bu basit sözlerini dikkate almadı. Polis çocuğun etraftaki terkedilmiş fabriklaradan birine girdiğini veya daha kötüsü birkaç blok ötedeki Gowanus kanalına düşmüş olabileceğini düşünüyordu. Kanal kurutuldu ve arandı ama Billy’den iz yoktu. Sonunda biri küçüğü dinleyip ondan “öcü adam”in tarifini aldı : zayıf, yaşlıca, gri saçlı ve gri bıyıklı bir adam. Ama polis yine bu tanımın üzerinde çok durmadı ve bir yıl sonraki olayla ve ” Gri Adam”la bağlantı kuramadılar.


Temmuz 1924′de, 8 yaşındaki Francis McDonnell, Staten Island’daki Charlton Woods mahallesindeki evinin önünde oynuyordu. Annesi de onun yakınıda oturuyor ve ufak kız kardeşine bakıyordu. Sıska ve yaşlıca bir adamın uzakta caddenin ortasında durduğunu gördü. Yumruklarını sıkıp sıkıp gevşeten bu tuhaf kılıklı yabancı yaşlı adama bakmaya başladı. Adam kendi kendine konuşuyordu, sonra şapkasına dokunarak kadına selam verdi ve gitti. Öğleden sonra daha geç saatte tekrar Francis’i ve arkadaşlarını futbol oynarken seyrettiği görüldü. Francis’i yanına çağırmıştı, diğer çocuklar oyuna devam ediyorlardı. Bir kaç dakika sonra yaşlı adam ve Francis ortadan kaybolmuşlardı. Bir komşu daha sonra Francis’e benzeyen birinin yaşlıca, gri saçlı bir adamla yakınlıktaki ağaçlığa girerken gördüğünü söyledi. Francis’in ortadan kaybolması akşam yemeğine kadar farkedilmedi. Polis olan babası bir arama ekibi kurdu, oğlanı ağaçlıkta birkaç dalın altında buldular. Korkunç bir şekilde tecavüz edilmişti, kıyafetleri parçalanmış, elleri ve ayakları çorap lastiği ie bağlanmıştı. Francis o kadar kötü dövülmüştü ki o “yaşlı ” adamın göründüğü kadar yaşlı ve güçsüz olduğundan şüphe duyuyorlardı. Öyle bir şiddetle dövülmüştü ki polis başka bir suç ortağının olup beraber yaptıklarını düşünmeye başladılar. Kısa zamanda Manhattan’ın parmak izi uzmanları ve fotoğrafçıları ve buna ilaveten 250 polis memuru bu davaya atandı. Büyük insan avında onlarca şüphelinin ifadesi alındı, ama hiçbiri gri saçlı, gri bıyıklı yaşlı serseriye benzemiyordu.


Yüzü Francis’in annesi Anna McDonnel’in kafasına kazınmıştı : “Yolun karşısından çarpık çurpuk yürüyerek geliyordu, kendi kendine konuşuyor ve elleriyle tuhaf hareketler yapıyordu. O elleri hiç unutmayacağım, o ellere bakarken tüylerim diken diken olmuştu…. Garip bir şekilde açıp kapıyordu, açıp kapıyordu, açıp kapıyordu. Onun Francis ve diğerlerine bakarken gördüm. Sık gri saçlarını, sarkık gri bıyıklarını gördüm. Herşeyi gri ve solmuş görünüyordu.” Polisin büyük çabalarına karşılık “Gri Adam” sanki ortadan kaybolmuştu.


SADİST MEKTUP ve YAKALANIŞ
Kasım 1934′de, Budd davası resmi olarak hala açıktı ama kimse gerçekten çözüleceğine inanmıyordu. Sadece bir kişi, William F. King, davayı araştırmaya devam etti. Arada sırada gazeteci Walter Winchell’le olayın kapanacağına dair sahte bir ipucu sızdırıyorlardı basına. Winchell de bu aldatmacayı sürdürerek: “Gracie Budd gizemini inceledim. Altı yıl önce kaçırıldığında 8 yaşındaydı. Ve büyük ihtimalle diyebiliriz ki kayıp insan bölümü 4 hafta sonra bu davayı kapatacaktir, veya kapatılacağı bekleniyor.” diye yazmıştı köşesine. 10 gün sonra Delia Budd’a bir mektup geldi. Ama eğitimi yetersiz olduğu için kendi okuyamadı ve oğluna verdi okuması için. Edward mektubu okur okumaz fırlayıp detektif King’i bulmaya gitti. Mektup tek kelimeyle dehşet vericiydi:


“Sevgili Bayan Budd,
1894′de bir arkadaşım Steamer Tacoma adlı bir gemide tayfa olarak çalışıyordu. San Fransisco’dan HongKong’a sefer yapıyorlardı. Oraya vardıkarında karaya çıkmış ve içip, sızmışlar. Uyanıp limana gittiklerinde, gemi çoktan hareket etmişti. O yıllarda Çin’de açlık krizi vardı. Etin her türlüsü 1-3 $ dan satılıyordu. Açlık ve acı okadar büyüktü ki en fakir aileler arasında, diğerlerini kurtarmak için 12 yaşın altındaki çocukları yiyecek olarak satıyorlardı. 14 yaşın altındaki hiçbir kız veya erkek çocuk sokaklarda güvende değildi. İstediğin kasaba gidip pirzola veya biftek alabilirdin. Çıplak çocuk bedeninin parçalarını getirip hangi bölümü istersen kesip veriyorlardı. Özellikle de kıçları dana bonfile gibi en pahalı fiyata satılıyordu, çünkü en lezzetli bölümü orasiydi. John orada o kadar uzun kaldı ki, insan etinin tadına karşı bir beğeni kazandı. New York’a döndükten sonra biri 7 biri 11 yaşında iki erkek çocuk kaçırdı. Onları eve götürüp soydu, bağladı ve bir dolaba kapattı. Günde bir kaç kez, hatta bazen geceleri, etleri yumuşak ve lezzetli olsun diye onları sopayla dövüyordu, işkence ediyordu. Önce 11 yaşındakini öldürdü çünkü kıçı daha büyük ve tabii ki eti daha fazlaydı. Kafası, sindirim sistemi ve kemikleri hariç her parçasını pişirip yedi. Onu fırında kızarttı ( Bütün kıçını ), haşladı, yağda kızarttı, ızgara ve güveç yaptı. Küçük oğlan da aynı kadere uğradı. O sıralarda ben 409 E 100 St. da oturuyordum, hemen yan komşusu olarak. Bana insan etinin ne kadar lezzetli olduğunu o kadar çok anlattı ki, sonunda bende denemeye karar verdim. 3 Haziran 1928 Pazar günü sizi aradım ve geldim. Size süzme peyniri ve çilek getirdim. Öğle yemeği yedik. Grace kucağımda oturdu ve beni öptü. O zaman onu yemeye karar vermiştim.



Onu parti bahanesiyle götürecektim ve sen, evet gidebilir, dedin. Onu Wenchester’daki daha önceden seçtiğim boş bir eve götürdüm. Oraya vardığımızda ona dışarda beklemesini söyledim, o da kır çiçekleri toplamaya başladı. Üst kata çıktım ve bütün kıyafetlerimi çıkardım, çünkü çıkarmazsam kan olabilirlerdi. Hazır olduğum zaman camdan onu çağırdım ve gelene kadar bir dolaba saklanıp bekledim. Beni çırılçıplak gördügü zaman bağırmaya başladı ve merdivenlerden aşağı kaçmaya çalıştı. Onu yakaladım, beni annesine söyleyeceğini söyledi. Önce onu soydum. Nasıl da tekmeledi, ıssırdı ve tırmaladı. Onu ölene kadar boğdum, sonra da etini odama taşıyabilmek için kücük parçalara ayırdım. Onu pişirip yedim. Kücük kıçı fırında kızardıktan sonra nasıl da lezzetli ve yumuşak olmuştu. Bütün vücudu bitirmem 9 günümü aldı. Onu becermedim, isteseydim yapabilirdim. Bakire olarak öldü.”


Kimse bu mektubun gerçek olduğuna inanmak istemiyordu. Sadist ve sapık bir ruh hastasının sanrıları gibiydi bunlar. Ama Detektif King, Aile ile tanışma konusundaki yazılanların gerçek olduğunu biliyordu. Adamın el yazısı da 6 yıl önce yaşlı adamın Western Union’da yazdığı nottaki el yazısıyla aynıydı.


Bu mektubun üzerinde önemli deliller vardı, üzerindeki N.Y.P.C.B.A. amblemi New York Özel Şöförler Yardımsever Derneğine aitti. Dernek başkanının yardımıyla üyeler arasında bir acil durum toplantısı yapıldı.. Aynı zamanda polis başvuruları inceliyor ve el yazısını karşılaştırıyordu. Detektif King el yazısı tutmayanlardan dernek kağıtlarından alanları bildirmelerini istedi. Genç bir hizmetli öne gelerek kendisinin dernek kağıt ve zarflarından aldığını, ama çıkarken onları eski dairesinde bıraktiğini söyledi. Adresi alan polisler oraya gittiğinde evsahibi olan bayanla karşılaştı ve tarif ettikleri kişinin gerçekten de orda aylarca kaldığını ama birkaç gün önce ayrıldığını öğrendiler. Eski kiracısı kendini Albert H. Fish olarak tanıtmıştı. Hatta ayrılırken Kuzey Carolina’daki Civilian Conservation Corps’ta ( sivil koruma birliği ) çalışan oğlundan bir mektup beklediğini, mümkünse onun için saklamasını, gelip alacağını söylemişti. Oğlu yaşlı adama düzenli olarak para gönderiyordu. Sonunda bölge postanesine Albert Fish adına bir mektup gelmişti. Ama Fish eski evsahibini aramamıştı ve polis onu bir şekilde korkuttup kaçırdığını düşünmeye başladı. Ama 13 Aralık 1934′de evsahibi polisi aradı ve Albert Fish’in mektuplarına bakmak için daireye geldiğini söyledi. Detektif King geldiği sırada, yaşlı adam oturmuş bir fincan çay içiyordu. Fish ayağa kalktı ve King ona Albert Fish olup olmadığını sordu. Birden Fish elini cebine attı, bir ustura çıkardı. King öfkeyle atlayarak Fish’in elini sertçe yakaladı, usturayı alarak saf dışı bıraktı. Sonunda yakalanmıştı.


İTİRAFLAR
Albert Fish´in itirafları birçok savcı ve psikyatrist tarafından dinlendi. İyice düzeltilmiş haliyle gazetelerde çıktı. Sapık ve ahlaksız bir beynin içinde bir yolculuktu. Önceleri inanılmaz geliyordu, ama zamanla tüm detaylar yerine oturmaya başladı. Olay, adamın ne kadar kocamış ve zararsız göründügü dikkat çektikçe, iyice şaşırtıyordu. Kambur ve güçsüz duran, 65 kilo ve 1.65 boylarında bir adamdı.



İlk itirafları detektif King aldı. Fish ona 1928 yazında “Kana susuzluğunun”, öldürme isteğinin onu ele geçirdiğini söyledi. Edward’in gazetedeki ilanına cevap verdiği zaman asıl istediği o gençti, Gracie değil. Aslında Edward’ı uzak bir yere çekip, bağlayıp, penisini kesip, orda kanamadan ölmesi için bırakmak istemişti. Evi ilk ziyaretinden sonra gençleri öldürmek için ihtiyacı olan malzemeleri temin etmişti : satır, testere ve kasap bıçağı. Eve ikinci ve son kez gelmeden önce bu cinayet aletlerini bir çantada gazeteciye bırakmıştı. Fish kendini, tam bir erişkin olan iri yarı Edward’i ve arkadaşı Willie’yi, ikisini de alt edebileceğine inandırmıştı. Bu konuda yeterince tecrübesi vardı. Ancak Gracıe’yi gördügü zaman fikrini ve planını değiştirdi. Şimdi mutlaka öldürmek istediği kişi oydu. Birşeyden şüphelenmeyen Gracie ile gazeteciye geri döndü ve malzemelerle dolu çantasını aldı. Sonra Bronx’a giden bir trene bindiler, ordan da Worthington, Winchester’e aktarma yaptılar. Gracie için sadece gidiş bilet alınmıştı. Kız tren yolculuğundan büyülenmişti. Sadece iki kere şehire inmişti. Bu onun için harika bir zevkti. Fish dehşet dolu planına o kadar gömülmüştü ki, Worthington durağında, malzeme çantasını trende unuttu, ne komiktir ki zavallı Gracie farketti ve hatırlattı. Ormanlık kesime doğru üzünce bir süre yürüdüler ve ağaçlar altındaki iki katlı Wisteria Evine ulaştılar. Gracie kendisini dışarda çiçek toplayarak oyalarken, Fish yukarı çıkıp soyunmuştu, malzemelerini çantadan çıkartıp hazırladı. Sonra Gracie’yi yukarı çağırdı. Kız elinde buket yaptığı kır çiçekleriyle eve girdi ve yukarı çıktı. Yaşlı adamı çıplak görünce, anne, diye bağırdı ve kaçmaya çalıştı. Ama Fish onu yakaladı ve boğarak öldürdü. Onu boğarken cinsel açıdan bir zevk alıyordu. Kafasını eski bir boya tenekesinin üstünde kesip, kanın neredeyse tamamını tenekeye akıtmıştı. Sonra kanı arka bahçeye döktü. Kafasız vücudu soydu, kasap bıçağı ve satır ile ikiye ayırdı. Bazı bölümlerini gazeteye sarıp yanına aldı, gerisini evde bırakti. Birkaç gün sonra dönüp, malzemelerini ve vücuttan geri kalanları arka bahçedeki duvarın öbür yanına attı. Bu itiraflardan sonra detektif King son bir soru sordu:


“Bu korkunç şeyleri yapmana ne sebep oldu ?”
Fish :”Biliyorsun, bunun için bir sebep gösteremem” diye cevap verdi.
Yüzbaşı John Stein aileye o iğrenç mektubu niye yazdığını sorduğunda, gene bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi “İçimde bir yazma tutkusu vardı.”


O gün polis Wisteria evine gitti ve Gracie´nın artıklarını çıkarttılar. Fish yanlarında duruyordu ama hiçbir duygusal tepki göstermiyordu. O gece saat 22′de Fish Bölge savcısı P. Francis Marro tarafından sorguya çekildi. Marro, Fish’e Gracie’yi neden öldürdügünü sorduğunda, “Kana susadığını” bu susuzluğun onu ele geçirdiğini söyledi. Olay bittikten sonra pişman olduğunu “Geri kalan hayatımı bir yarım saat için vermeye hazırdım, eğer yaptıklarımı geri alabilseydim”


Marro tecavüz edip etmediğini sorduğunda, sertçe “Aklımdan bile geçmedi” dedi. Mektupda bahsedilen yamyamlık konusunda ne polis herhangi birşey sordu o zaman, ne de kendiliğinden bahsetti. Polis bunun gerçek olamayacak kadar çılgınca olduğuna karar vermiş olmalı. Veya bu konu gündeme gelirse savunmanın davayı, “akıl sağlığı yerinde olmadığı” nedeniyle düşürmek isteyeceğini tahmin ediyorlardı. Albert Fish’in yakalanması ertesi gün gazetelere çıkmıştı ve bir gazeteci ordusunu Budd Ailesinin evine çekmişti. Aynı gün Detektif King, Bayan Budd ve oğlu Edward’i adamı teşhis etmeleri için karakola getirdi. Edward adamı teşhis etmekten fazlasını yaptı. Kendini adamın üzerine attı


“Seni yaşlı piç! Pis O. çocuğu!”
Bayan Budd Fish’in soğukkanlılığı karşısında şaşırmıştı,
” Beni tanımadınmı?” diye sordu.
“Elbette” dedi Fish ” Sen Bayan Budd’sın”
“Ve sen evime misafir olarak gelip, kızımı kaçıran adamsın” dedi gözyaşları içinde.


Albert Fish’in polislere yabancı olmaması çok şaşırtmadı. Sabıka kaydı büyük çapta hırsızlık yapmaktan tutuklandığı 1903′e kadar uzanıyordu. O zamandan beri müstehcen mektuplar yazma ve küçük çapta hırsızlık gibi ufak tefek suçlardan 6 kere tutuklanmıştı. Bunların yarısı Gracie’nin kaçırılması dönemine rastlıyordu. Ama her seferinde davalar düştü. Çok kez de akıl hastanesine yatmıştı.



Geçmişi sorulduğunda; 19 Mayıs 1870 Washington doğumluyum. B Street N.E.de oturuyorduk. Babam Kaptan Randall Fish’di, 32.dereceden Mason. Meclis mezarlığında yatıyor. Potamoc Nehri gemisi kaptanıydı. D.C. ile Virginia Marshall Hall arası çalışıyordu. 15 Ekim 1875 de öldü, beni de St.John yetimhanesine yerleştirdiler. Dokuz yaşıma gelene kadar oradaydım. Ve benim doğrulardan sapmam o zaman başladı. Acımasızca kamçılanırdık orda. Yapmamaları gereken şeyler yapan çok erkek çocuk vardı. Koroda sopranoydum 1880-1884 arası. Sonra New York’a geldim. İyi bi boyacıydım, iç mekanlar veya heryer.”


“Bir daire tuttum ve annemi yanıma aldım. 76 Batı 101nci caddede oturuyorduk, karımla da ordayken tanıştık. Eşim altı çocuğumuz doğduktan sonra, beni terketti. Bütün mobilyaları aldı ve çocukların üzerinde yatabileceği bir minder bile bırakmadı.” “Hala çocuklarım için endişeleniyorum” dedi. Yaşları 21 ile 35 arası değişiyor. “Yaşlı babalarını hapishande bir kez olsun ziyarete gelmediler.”


Albert Fish hem Manhattan hem de Wetchester’de suçlandı. Önce Wetchester’de birinci dereceden cinayet sonra da Manhattan’da çocuk kaçırmadan dava edildi.
Bu arada polis gerçekten büyük bir ilerleme kaydetti. Brooklyn tramvayının batmanı Fish’in resmini gazetede gördügünü ve onu 11 Şubat 1927′de kucağındaki küçük çocuğu susturmaya çalışan sinirli adam olduğunu hatırladı. Joseph Meehan, emekli batman, ikisini dikkatle izlemişti, cünkü çocuğun üstünde bir mont bile yoktu. Annesini isteyerek ağlıyordu ve adamın elinde tramvayın içinde sürükleniyordu. Bu çocuğun kaçırılmış Billy Gaffney olduğu ortaya çıktı. Eninde sonunda Fish, Billy Gaffney’e yaptığı ağıza alınmayacak şeyleri itiraf etti.


“Onu Riker Caddesinde boş duran bir eve götürdüm. Kaçırdığım yere çok uzak değil. Onu soydum ve elleriye ayaklarını bağladim, ağzını da çöpten aldığım kirli bir gazete parçasıyla tıkadım. Sonra kıyafetlerini yaktım. Gece 2 de tramvayla 59uncu caddeye geldim ve ordan eve yürüdüm. Ertesi gün öğlen 2 gibi, aletler aldım. Güzel dokuz uçlu bir kamçı, ev yapımı ve kısa saplı. Bir tane kemerimi ortadan ikiye kestim ve uçlarını da altı adet 20 santimlik parçalara ayırdım. Çıplak kıçından kan akana kadar bunun ikisiyle onu kamçıladım. Kulaklarını ve burnunu kestim, ağzını bir kulaktan diğerine kadar yardım. Gözlerini oydum. O zaman öldü. Sonra bıçağı karnına batırdım ve ağzımı dayayıp, akan kanını içtim. 4 eski patates çuvalı aldım ve biraz taş topladım. Bir çanta vardı yanımda, kulaklarını, burnunu ve göbeğinden birkaç dilimi bunun içine koydum. Sonra bedenini karnından ikiye ayırdım. Bacaklarını kalçasının 5 santim altından ayırdım, bunları da çantaya koydum. Kafasını, ayaklarını, kollarını ve dizlerinden aşsağısını kestim. Bunları çuvala koydum ve taşlarla ağırlaştırdıktan sonra Kuzey Beach’in ilerisindeki çamurlu sulara attım. Etlerle eve geldim. En sevdiğim vücudun ön kısmı elimdeydi şimdi. Aleti, testisleri ve güzel yağlı kıçı. Bunları fırında kızartıp yiyecektim. Kulakları, burnu ve yüzü ile karnının geri kalan kısımlarıyla da güveç yaptım. İçine soğan, havuç, şalgam, pırasa, tuz ve biber ekledim. Bayağı lezzetliydi. Sonra kalçasının iki tarafını açtım, aletini ve testislerini kestim ve yıkadım önce. Poposunun her yanağının üzerine domuz pastırması koydum ve fırına verdim. Sonra 4 tane soğan hazırladım, et 15 dakika pişince, üstüne sos için yarım litre su ve soğanları ekledim. Yemeğin güzel ve sulu olması için aralıklarla tahta kaşıkla üzerini yağladım. 2 saat içinde güzelce kızarmıştı, içi de pişmişti. Şimdiye kadar hiç bunun yarısı kadar bile lezzetli birşey yememiştim, hindi bile. Her lokmasını zevkle yedim ve tamamı 4 günde bitti. Hayaları da çok güzeldi ama penisini çiğneyemediğim için tuvalete attım.”


Günler sonra Staten adalarından bir adam gelip, Fish’i tanıdığını söyledi. 8 yaşındaki kızını yakındaki ormana çekmeye çalışmıştı. Aynı ormanlıkta Francis O’Donnel 3 gün sonra öldürülmüstü (1924). Şimdi gençliğinde olan kız, onu hücresinde görünce tanıdı. “Gri Adam” bulunmuştu. Fish’in aynı zamanda 1932′de 15 yaşındaki Mary O’Connor cinayetiyle de bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Kızın çürümüş cesedi Fish’in boyadığı bir evin yakınında ormanda bulundu. Değişik eyaletlerde bu kadar farklı suçlama olmasından dolayı, serbest bırakılması olası değildi. İdamdan kurtulmasının tek yolu ise adli psikyatristlerin veya psikologların onu deli ilan etmeleriydi.


AKIL HASTALIKLARI UZMANLARI
Dr. Frederic Wertham “The Show Of Violence” (Şiddet gösterisi) adlı kitabında Albert Fish’le tanışmasını anlatıyor. Adamın ne kadar uysal, kibar, yardımsever ve terbiyeli olması karşısında şaşkınlığa düşmüştü. “Çocuklarını emanet edecek birini arıyorsan, onu seçerdin.” diyordu hatta. Fish’in bulunduğu durum karşısıdaki tavrı kendini tamamen soyutlamaktı. “Yaşamak için bir isteğim yok, öldürülmek için bir isteğim yok. İkisi de benim için farketmiyor. Tamamen haklı olduğumu düsünmüyorum.” Dr. Wertham bununla deli olduğunu mu kastettiğini sorunca, “Tam olarak değil, ben kendimi hiç anlayamadım.”


Fish’in ailesinde psikozların cirit attığı ortaya çıktı.
“Amcası dini bir psikoz yaşıyordu ve bir akıl hastanesinde öldü. Bir üvey erkek kardeşi aynı şekilde bir tımarhanede öldü. Bir kardeşi gerizekalıydı ve hidrosefalden öldü. Annesinin de biraz tuhaf olduğu söyleniyor ve bazı şeyler görüp duyduğunu iddia ediyordu. Bir halasının tamamen delirmiş olduğu biliniyor. Bir erkek kardeşi alkolikti. Bir kız kardeşi de zihinsel acı, melankoli çekiyordu.”


Gerçek adının Hamilton Fish olduğunu söyledi, Başkan’ın genel sekreteri olan uzak bir akrabasına ithafen. Bu isim yüzünden alay konusu olmaktan bıktığı için Albert ismini almış. 26 yaşında, 19 yaşındaki bir kızla evlenip 6 çocuk sahibi oldu. En genç olanı 3 yaşına geldiğinde, karısı başka bir adamla kaçtı ve Fish’i çocukların yetiştirilmesilye yanlız bıraktı. Bunun üzerine 3 kere daha evlendi ama hiçbiri resmi değildi çünkü ilk karısından hiç boşanmamıştı. Dr.Wertham Fish’in sapıklığının psikyatri ve suç tarihinde eşine rastlanmadığını belirtiyor: “Çocuklara, özellikle erkek çocuklarına yöneltilmiş sado-mazoşizm, Fish’in cinsel gelişimine daha doğrusu gerilemesine önderlik ediyordu.”
Fish: “Başkalarına ve hatta kendime acı çektirme arzusu vardı hep içimde. Canımı yakan herşeyden zevk alıyor gibiydim.” diyordu. Fish her türlü salgı ve dışkı ile deney yapmış, alkole batırılmış pamukları makatından sokup ateşe vermişti. Bunu kurbanı olan çocuklara da yaptığı biliniyor. Fish, Wertham’a yaptığı en az yüz çocuk avını da itiraf etti, onları para veya şekerle kandırıyordu. Genelde afro-amerikan ırktan çocukları seçiyordu, çünkü polisin onların kayıp veya kaçırılmış olmasına daha az dikkat edeceğine inanıyordu. Asla aynı mahalleye dönmüyordu. Farklı 23 eyalette yaşamış ve herbirinde en az 1 çocuk öldürmüş olduğunu söylüyordu. Bazen de boyacılık yaptığı yerlerde çocuk cinayetiyle veya taciziyle ilgisi olduğu düşünüldüğü için işini kaybediyordu. Bazen de içinde müstehcen mektuplar yazmak için bir baskı, bir zorlayıcı duygu oluşuyordu ve o da sık sık yazıyordu. Dr. Wertham’a göre “Tipik, bir insanın fantezilerini ve düşlerini anlattığı türden mektuplar değildi bunlar. Bunlar içinden gelen davranışları başkalarının da uygulayabilmesi için ve beraber yapmak için teklifler, şekilli ve ayrıntılı anlatımlardı.” Aslında psikyatrist Fish’in bazı konularda yalan söylediğine inanıyordu, özellikle de acı çekmek için kendi kendine makat ve hayaları arasına iğne batırması konusunda şüpheleri vardı.



“Bunu başkalarına, yani çocuklara da yaptığını anlattı. Önceleri bu iğneleri batırıp batırıp çıkartıyordu. Ama zamanla bazılarını o kadar derine batırmıştıki, çıkartamamıştı.”
Doktorun yaptığı röntgen muayenesi sonucunda o bölgede 29 iğne bulununca, şüpheler ortadan kalktı. 25 yaşından itibaren halüsinasyon ve hayaller görmeye başlamıştı.
“İsa ve meleklerini gördüğünü sanıyordu. Kendini dini hayallere kaptırmıştı. Günahlardan ve yaptığı haksızlıklardan arınmak için, acı çekmesi gerektiğine, kendini cezalandırması gerektiğine ve insan kurban etmesi gerektiğine inanıyordu. Kendi cümlelerini, incilden cümlelerle birleştirip, sonu gelmeyen alıntılarla kendini haklı çıkartmaya çalışıyordu. Fish tanrının ondan işkence etmesini ve erkek çocuklarını iğdiş etmesini beklediğine inanıyordu, ve bunu da birçok çocuğa yapmıştı.” Wertham, Fish Billy Gaffney’in vücüduna yaptıklarını anlattıkça, hayrete düsüyordu. “Yaptıklarını her ayrıntısına kadar anlattığı sıradaki akli durumu kendine özgü ve tuhaf bir karışımdı. Olayları sıradan birşeymiş gibi anlatıyordu, sanki bir ev kadınının yemek tarifi vermesi gibi… Ama yüz ifadesi ve ses tonu bir nevi tatmin olma ve kendinden geçme yansıtıyordu. Kendime şunu dedim: Tıbbi veya adli delilik sınırlarını nereye koyarsanız koyun, bu adam onların çok ötesinde.”


Fish’in dini pskiozlar çektiği sadece Dr.Wertham’ın fikri değildi. Çocukları onu çıplak vücudunu kan çıkana kadar, çivi batırılmış bir kürekle vurduğunu seyretmişti. Aynı şekilde yalnız tek başına bir tepeye çıktığını, ellerini havaya açıp, “Ben İsa’yım !” diye bağırdığını söylüyorlardı. Fish: “Yaptığım doğru olmalıydı, eğer yanlış birşey yapıyor olsaydım, bir melek beni durdururdu, Hz.İbrahim’i kendi oğlunu kurban etmeden durdurduğu gibi…”dedi. Dr.Wertham, savunmanun doktoru, Fish’in kesinlikle aklı dengesinin yerinde olmadığını savunuyordu. “Kişiliği içe dönük ve son derecede çocuksu. Anormal ruhi görünümünü ve hastalığını Paranoyak Psikoz olarak tanımlayabilirim. Fish hayallar görüyordu ve cezalandırma, günah, kefaret ödeme, din, işkence, kendini cezalandırma fikirleriyle aklını bozmuştu. Çarpık, isterseniz çılgınca deyin, bir doğru ve yanlış tanımı var. Bunu kıyaslama şekli de, yanlış birşey yapsaydı, İbrahim’ın durdurulduğu gibi bir melek tarafından durdurulacağı inancıydı.”


Wertham gerçekten de 15 çocuğu öldürdüğüne ve başka yüzlercesini taciz ettiğine inanıyordu. Diğer iki doktor da Fish’in aklı dengesinin yerinde olmadığını söylüyordu. Savcılığın çağırdığı 4 psikyatrist ise Fish’in akli dengesinin yerinde olduğunu savunuyordu. Fish’in bir ara gözlem için yattığı akıl hastanesinin müdürü ve bu doktorların başı olan doktor onu zararsız ve aklı başında olarak tanımlamıştı, bu dönemde Budd cinayetini ve birkaç başka cinayet daha işlemiş bulunuyordu.


DURUŞMA
Albert Fish’in Grace Budd’i kasıtlı olarak öldürmekten yargılanması 11 Mart 1935, Pazartesi günü White Plains’de Hakim Frederick P. Close’un yönetiminde başladı. Bölge başsavcısı Elbert F. Gallagher davacı taraf, savunma avukatı James Dempsey savunmadaydı. Dempsey, Bellevue Hastanesinin yeterliliğine sorgulamayı düşünüyordu, çünkü onlar Fish’i 1930 akli dengesi yerinde diye taburcu etmişlerdi. Aynı şekilde Fish’in klasik boyacı hastalığı olarak bilinen “Kurşun Sancıları” denilen akıl hastalığına yakalanmış olduğunu ispatlamaya çalışacaktı. Gallagher’ in ana stratejisi duruşmanın başında özetlenmişti:



“Bu davada ya deli katil, ya da aklı başında olma durumu var.” Fish adli olarak da akli dengesi yerinde, doğru ve yanlış farkını ve davranışlarının kaynağını ve niteliğini biliyordu. Akli durumunda bir kusur yok. Yaşına göre olağanüstü bir hafızası var. Etrafında olan biten olayların tamamen farkında. Akli gerileme veya bozukluk söz konusu değil. Ama cinsel tercihleri kesinlikle anormal, tıbbi açıdan cinsel sapık veya cinsel psikopat olarak sayılabilir. 3 Haziran 1928′de küçük kızı evinden kaçırması, cinayet aletlerini önceden hazırlaması, onu Westchester Eyaletine getirmesi, ormanlıkla çevrili boş eve sokması…. Bunların hepsinin yanlış olduğunu biliyordu ama gene de yaptı. Akli durumu kesinlikle yerindedir ve yaptıklarının cezasını çekmelidir.”


Savunma avukatı Dempsey Fish’in sıradışı hayatının, kendini iğneli bir kürekle kamçılamasının ve iğneler sokmasının üzerinde yoğunlaştı. Sonra da Fish’in babalık yeteneklerini ve çocuklarına olan sevgisini gündeme getirdi. “Bütün yaptığı şiddete, suçlara ve bozuk eğilimlerine rağmen, bu adamın ikinci bir yönü daha var. Çok iyi bi babaydı. Bütün hayatı boyunca asla herhangi bir çocuğuna eli kalkmadı. Her yemeklerinde şükrettiler. 1917′de altı çocuğun en küçüğü 3 yaşındayken, karısı onu terketti. Ve o tarihten, 1928′deki Grace Budd cinayetine kadar o çocuklara hem anne hem babalık yaptı.” Sözlerini “Çocukları öldürüp yiyen bir insanın nasıl akli dengesi yerinde olabilir, bunu ispatlamak savcılığa düşer” diyerek bitirdi.


Grace’in ailesi de ifade verdi. Dempsey hem annesi Delia’nin hem de babası Albert Sr.’un, Gracie’nin onunla doğumgününe gitmesine izin vermeleri üzerinde durdu. İfade sırası babasına geldiğinde adam dayanamadı ve yüksek sesle ağlamaya başladı. Duruşmanın 3.günü, savunmanın şiddetli itirazlarına rağmen, Grace Budd’dan kalanlar mahkemeye delil olarak getirildi. Detektif King’de bunlardan yola çıkarak Grace Budd’ın nasıl öldürüldüğünü tekrar canlandırıyordu. Sonra Gallagher kutunun içinden kızın küçük kafatasını çıkardı. Çok etkileyici bir andı. Dempsey duruşmanın yanlış yapıldığından dolayı davanın düşmesini istedi.


Akli dengesinin yerinde olmadığını ispatlamak için üzerine en çok gittiği konu yamyamlıktı. Fish’in kızın bedeninin bazı bölümlerini yemesini ispatlamaya çalışacaktı, ve bunu da aklı başında kimse yapmazdı. Ama bunu saptama konusunda başarılı olamadı ve Fish’in gerçekten de yaptığını söylediği şeylerin yapıldığını ispatlayamadı. Fish duruşmaya tamamen kayıtsız kalıyordu. Sadece bir ara avukatına yaşamak istediğini, yaşaması gerektiğini söyledi, çünkü “Tanrı’nin hala bana yaptıracağı işler var. ” diyordu.


Dempsey, Fish’in çocuklarını da onun tuhaf davranışlarını anlatmaları için ifade vermeye çağırdı. Kendini kamçılama, kendine iğneler batırma ve dini sanrılarını anlattılar. Ama aynı zamanda onlara hiçbir zaman onlara kötü davranmadığını, tam tersine iyi bir baba olduğunu da söylediler. Onun garip davranışlarına bir örnek olması için de ondan sürekli müstehcen mektuplar alan bir kadın mahkemeye çağırıldı, bu sapıkça açıklamalar okunurken bütün kadınlar mahkeme salonunu terketmişti.
Başka bir savunma tanığı Mary Nicholas’tı, Fish’in 17 yaşındaki üvey kızı, Fish’in kız ve erkek kardeşlerine öğrettiği bir oyunu anlattı.



“Odasına gidip kahverengi erkek mayosunu giyip gelirdi. Yanında bir boya fırçası vardı ve ellerinin ve dizlerinin üzerine çökerdi. Birimiz onun üzerine ters oturup havaya parmak kaldırırdık. Kaç tane parmak kaldırdığımızı bilmesi gerekiyordu, bilirse vurmazdık… Ama asla bilemezdi, hatta bazen sahip olduğumuzdan daha fazla parmak söylerdi. Eğer bilemezse havaya kaldırdığımız parmak sayısı kadar ona fırçayla vurmamız gerekiyordu. Bazen de boya fırçansının yerini bir saç fırçası alırdı.”
Çocukların önünde tırnak diplerine iğne batırdığı da olurdu. Aslında Dempsey’in savunma doktorlarına karşı bir kozu daha vardı. Dr Charles Lambert, Fish’le 3 saat konuştuktan sonra, onun “Psikopat kişilikli bir insan ama psikoz yaşamıyor.” demişti.


Dempsey Lambert’e, “Bu adamın sadece kızı öldürmekle kalmayıp, aynı zamanda yemek için etini kestiğini de düşün. 9 gün boyunca insan eti yiyen bir insana hala psikoz yaşamıyor nasıl denebilir ?” diye sordu.


Lambert, “İnsan yemek zevki için sorumlu tutulamaz, Mr.Dempsey.” dedi.
Dempsey’ın “O zaman bana tecrübelerinize dayanarak insan eti yiyen kaç kişiye rastladığınızı söyleyebilirmisininz ?” diye ısrarı üzerine,
“Hmm, sosyetenin ünlü simalarını tanıyorum…. Birini de özellikle iyi biliyorum, ve hepinizin de bildiği gibi kimin salatasına ekleme olduğunu da…” diye ifade verdi. Dempsey’in Fish’in davranışlarında psikoz izleri bulan akıl hastalıkları uzmanlarından birinde şansı daha iyiydi.


Duruşma 10 gün sürdü ama jüri 2 saatten daha az zamanda kararını verdi. “Davalıyı suçlu buluyoruz.” Fish bu durumdan çok memnun değildi, ama elektrikli sandalyeye bağlanacağını duyunca bundan etkilenip heyecanlandı. Bir gazetecinin yazdığına göre “Sulu gözleri birden parladı. Kendine acı ve zevk vermek için kullandığı alevlerin çok daha etkilisiyle yanmak fikri onu cezbetmişti.” Fish jüriye elektrikli sandalye cezasına çarptırıldığı için teşekkür etti. 16 Ocak 1936′da Albert Fish idam edildi.


Korkusitesi.com // Burcu Erbakan (Lütfen isim ve kaynek göstermeden kullanmayınız alıntı yapmayınız)


Kaynak: dexter >>

The Descent

|

Yönetmen: Neil Marshall
Senaryo: Neil Marshall
Yapım: 2005 İngiltere Süre: 99 Dakika
Oyuncular:MyAnna Buring, Alex Reid, Natalie Jackson Mendoza, Nora-jane Noone, Oliver Milburn


Daha önce blogda yazdığım “Doomsday“‘in yaratıcısı olan Neil Marshall’ın bir önceki filmi “The Descent”. Şimdi böyle bir cümle kurunca “Doomsday”‘in çok matah bir film olduğu sanılmasın, oradan buradan kes yapıştır yöntemiyle yapılmış gibi bir filmdi. Marshall, “The Descent” ile yapmak istediğine daha çok yaklaşmış izlenimi veriyor. Senaryosunu da kendisinin yazdığı filmde rolleri Shauna Macdonald, Natalie Jackson Mendoza, Alex Reid, Saskia Mulder, Myanna Buring, Nora-Jane Noone paylaşmış.


Adrenalin sporlarına merak salmış olan bir grup kadının rafting görüntüleriyle açılıyor film. Beraber geçirdikleri vakitten sonra otele geri dönerken trafik kazası geçiren Sarah, kocasını bu kazada korkunç bir şekilde kaybeder. Kendisi de arabadan ağır yaralı olarak çıkar. Hastaneden çıktığındaysa yaşadığı olayın travmasını üzerinden atamamıştır. Ve yakın arkadaşı Juno’nun toparladığı bir grupla beraber mağaraya gideceklerdir. Takım arkadaşları birlikte toplanır ve dağ evinde bir gece geçirdikten sonra yola koyulurlar (filmin en geren sahnelerinden biriyse 6 tane kadının bıdı bıdı konuştukları bu sahneydi, neyse ki çok süre almadan bitti). Takım lideri olan Juno, daha önceden girmeyi planladıkları mağara yerine henüz ismi konmamış bir mağaraya sürükler takımı. Bu plansız giriş çok geçmeden onların başını derde sokacaktır. Önce Sarah dar bir geçitten geçmeye çalışırken kayaların arasına sıkışır, daha sonra ufak çapta bir göçük yaşanır ve geldikleri yol kapanır. Geriye bir tek seçenekleri kalmıştır; mağaranın bir başka çıkışını bulmak. Keşif yapmaya çalışırlarken ise hiç beklemedikleri türden bir engel ile karşı karşıya kalırlar.



Neil Marshall, filmin başlarında yaşanan kaza ve Sarah’ın dağ evinde gördüğü rüyada başına saplanan mızrak sekanslarıyla filmin devamının nasıl olacağına dair ipucu veriyor izleyene. 6 kadının mağaraya girdiği ve mağarada gollumtırak yaratıklarla (Crawler denilmiş bunlara) karşılaşana kadar geçirdikleri sürede izleyenin klostrofobik duygularına hitap ediyor ve esas gerilim noktasını bir kenara bırakıyor.. Ve bir yandan da ufak çaplı olaylarla esas noktaya hazırlıyor izleyeni. Yani gerilimi oldukça dengeli kullanarak başarılı olmuş. Ancak aynı başarıyı konu ve de karakterleri yaratmada göremiyoruz. Mağara gezisi için bir araya gelen altı kadının normal yaşamlarına ait fazla bir ayrıntı vermiyor. Bu da filmin finalinde Juno ile Sarah’ı karşı karşıya getiren olay da eksik noktalar bırakıyor.


Marshall, aynı “Doomsday“‘de olduğu gibi bu filminde de beyazperdenin önemli filmlerinden referanslar barındırıyor. Hastanedeki koridor sahnesiyle “Shining“, Sarah’ın Crawlerlarla olan mücadelesinde ise “Carrie” tadı yakalamak mümkün. Çoğu yazıda son yılların en iyi gerilim filmi olduğu görüşüne katılmıyorum, daha iyi örneklere rastlamak mümkün. Son olarak, devam filmi üzerinde çalışılıyor şu sıralar. Sarah ve Juno’nun hesaplaşmasını kaldığı yerden izleyeceğiz. Bu sefer yönetmen koltuğunda Neil Marshall yok..


http://www.thedescentfilm.com


Koray Aykanat



Kaynak: devilboy >>

Black ve Kısa Filmi

|

Sitemizin editörlerinden ‘Black”in en büyük hobisi korku filmleri ve bu hobisini bir adım daha geliştirmek adına ufak bir kısa film çekmeye karar vermiş. Tamamen amatör olarak çektiği filme de ‘Büyükbabam’ ismini vermiş.


Korku filmleriyle yatıp kalkan bir arkadaşımız olan Black şu an Belçika’da yaşıyor ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ki korku film festivallerini elinden geldiğince kaçırmamaya çalışıyor. İlerde ne olacağı bilinmez fakat şu an için tabii ki işin başında ve filmiyle ilgili biz korkuseverlerin düşüncelerini merak ediyor.


Filmin konusu kısaca şöyle; Büyükbabasını kaybeden bir torun son görevini yerine getirir ve dedesinin başında son duasını yapar. Ancak bu andan itibaren evin içinde işler ters gitmeye başlar..


Küçük ama önemli bir not vermek gerekirse; Filmde Black tek başına çalışmış. Yani kameraman da filmde oynayan iki kişi de Black.Efektleri de kendi tasarlamış ve uygulamış. Kendisine bizde korkusitesi olarak başarılar diliyoruz.


Buradan da ”Büyükbabam” filmini yayınlıyoruz..



Kaynak: devilboy >>

Yeniler

|

Hala babamı yedikleri günün kabuslarını görüyorum. “Yeni” lerden birisi, bir somun ekmeği tutar gibi, kocaman elleriyle babamın bedenini iki yanından tutmuş, başını ağzına götürmeye çalışıyordu. Babamın faydasız yumrukları yeninin ağız kenarına ve gözlerine çarpıyor fakat yaratığın fikrini değiştirmiyordu.
Kocaman ağzına babamın kafasının neredeyse tamamı sığmıştı ki çığlıklar başladı. Çene yavaşça kapanırken kafatası kabuk gibi ezilmiş ve beynin bir bölümüyle beraber ayrılmıştı. Debelenen vücut birden kasılmış ve ilginç bir pozisyonda sabit kalmıştı; o an bunu yüzmeye çalışan bir kurbağa hareketine benzetmiştim. Tuhaf…


İlk yeniyi, aptal bir bilim adamı aldı üsse. O güne kadar, kilitli kapılarımızın ardında, inleyen seslerini duyar ve bizden uzak olduklarını düşünerek avunurduk. Ama o kilitleri açtı ve birini içeri aldı, generalin tüm engellemelerine rağmen. Erenler bu konuda isteksiz davransalar da (keskin hislerini asla dışa vurmazlardı) bilim adamının yalvarmalarına cevap verdiler ve üste bir yeninin kontrol altında tutulmasına geçici olarak göz yumdular.


Ben ve diğer çocuklar, kafesin ardındaki bu garip şekilli oluşumu izlemek için can atardık. Bazen elimizdeki kuruyemişleri verir ve kocaman ağzında öğütüşünü hayret dolu gözlerle izlerdik. Bilim adamı, ona bu kadar yaklaşmamızı hoş karşılamazdı; biz bunu bir tür kıskançlık olarak yorumlardık.


Erenler, bazı geceler, tüm halkı toplayarak bu üssü nasıl kurtardığımızı anlatırdı. Böyle gecelerde annemin dizlerine başımı koyar, erenin ellerini kollarını savurarak daha da korkunç hale getirdiği kıyım hikayelerini, kimi kez yüzümü annemin avuçlarına saklayarak dinlerdim. Babam, eski şerefli günler diye söz ederdi bu zamanlardan. O zamanlar ki altın devrimizi yaşamıştık ve kilitli kapılara ihtiyaç duymayacak kadar güvendeydik. Eskiyi hatırlamam için bu öyküleri dinlememi ve feyz almamı isterdi.


Fakat gerçekçi olmak lazımdı. Şimdi başka bir devirde yaşıyorduk ve hatta bir yeniyi besliyorduk. Bilim adamı yenilerden korkmamamızı söylüyordu fakat bu tavrı onun mahkemeye çıkarılmasını engellemedi. Mahkemelerimiz vardı, evet, erenlerden biri kararı bildirir ve ceza ne olursa olsun mahkemeye arkasını dönerdi. Bu, mağdur olanlar veya kendini mağdur hissedenler için iyi bir fırsattı. Suçludan intikam almanın değişik yolları vardı. Benim de zevkine katıldığım bu toplu saldırı olayları kanlı olduğu kadar akla hayale gelmeyecek kadar iğrenç de olabiliyordu. Eren arkasını döndüğünden kimin ne yaptığını görmüyordu, böylece bir çok tanıdığını suçlama zahmetinden kurtuluyordu. Her neyse, zavallı bilim adamı…


Sonra herşey bir anda oldu. Yeniyi dışarıya bıraktığımızın üzerinden yıllar geçmişti. Önce kulaktan kulağa dedikodular yayıldı. Kapıların kırıldığından veya bizzat açıldığından bahsediliyor, kenar mekanlarda insanların parçalandığından veya tecavüze uğradıklarından bahsediliyordu. Biz korunaklı bir bölgedeydik ama anlatılan korkunç hikayeleri duydukça geceleri uyuyamaz olmuştuk. Sonunda erenlerin en yaşlısı bizi topladı ve yaşlı gözlerle her şeyin bittiğini itiraf etti. Zaman kaybetmeden tası tarağı toplayıp evi terk ettik. Komşularımızın hayvanları vardı fakat taşıyamadıklarından (ve zaten çok çocuklu olduklarından) bazısını biz aldık. Hayvanlar bizim gibi etçiller için kolay besin anlamına geliyordu.


Herkes teker teker öldü. Yeniler çok güçlüydüler, elleri ve ağızları bizden daha büyüktü. Bunu fark ettiğimde bizi ele geçirmişlerdi. Annem ve kız kardeşim çığlıklar atıyordu. Babam sessizdi ama gözlerinde deli bir bakış vardı. Köpek gibi korktuğunu biliyordum, yenilerden herkes korkar. Sonra o kararı verdik. Halen düşündüğümde, bunun çok yanlış bir şey mi, yoksa hayatımızı kurtarmak için bir özveri mi olduğuna karar veremiyorum. Tutuklu olduğumuz bir gece babam beni karşısına aldı ve reddedeceğimden çekinircesine düşüncelerini aktardı. Hemen kabul ettim. Biz anlaşma yapıp onları geride bıraktığımızda, annem ve kız kardeşime neler yaptıklarını bilmiyorum.



Sonuçta yalnız kaldım, erzağım bitmişti ve babam da gitmişti malum. Günüm gecem birbirine karışıyordu, kabuslarımın gerçek olduğunu düşünüyordum ya da bir kabusu yaşadığımı. Beton sokaklarda ve terkedilmiş mekanlarda bulduğum sıska hayvanlar ilk yiyeceklerim oldu. Fakat her zaman iyi et bulamıyordum. O kadar açtım ki lağım fareleri sıradaki menüme dahil oldular. Sıçan bulamadığımda hamam böcekleriyle öğünü geçiriyordum, hem onlardan her yerde vardı. İşte o günlerde ona rastladım.


Benim yaşlarımda bir kızdı. Yalnızdı ve ailesini kaybetmişti. Tek başına olmaktansa iki kişi olmak her zaman daha iyidir. Birbirimize sarılıp bir müddet mutluluktan ağladık. İsmini sormadım bile. O da başıma gelenleri sormadı, her şey tahmin dahilindeydi nasılsa. Beraber yaptığımız sonsuz gibi gelen yolculuklarda yolları ve şehirleri aştık. Bazen yemek buluyorduk bazen aç yatıyorduk. Böyle bir durumda açlık en büyük sorundu. İçim yırtılıyordu sanki. Göbeğim sırtıma yapışmış, kemiklerim ele gelir hale gelmişti. Bazı geceler korkunç bir sırt ağrısıyla uyanıyor ve bir yemek için uluyarak ağlıyordum. O ise daha zayıftı. Açlıktan çılgına döndüğünde bok yemekten söz ederdi, henüz o kadar umutsuz olmadığımızdan bu isteğini ötelemesi gerektiğini söylüyordum.


Geceler soğuk olmaya başlamıştı. Birbirimize sarılıp yatıyorduk. İkimiz de çocuktuk fakat benim uzun zamandır organım sertleşiyordu. O da bazı geceler bunu hissediyor ve uykusunda gülümsüyordu. Memeleri dikti ve organı çok ama çok güzel kokuyordu. Böylece düzüşmeye başladık. Bazen o kadar sık yapıyorduk ki, açlığımızı bile unutuyorduk. Nihayet uzun zamandır bize uzak olan umut belirdi ve bir gün bana kanamasının olmadığını söyledi.


Karnı gittikçe büyüyor ve biz korkunç bir umutla bekliyorduk. Bazı geceler, yenilerden birinin bebeğin kokusunu alabileceğinden korkuyordum. Böyle zamanlarda endişe aklıma çılgınca fikirler sokuyor, hastalıklı bir halde bebeğe bir an önce kavuşsam mı diye düşünüyordum. Sonuçta biraz daha sık ve hayvani düzüşmeye başladık ve son defasında kanaması geçmedi. Bekleyen gözlerle izledik ve kız birkaç kasılmayla henüz oluşmamış bir yaratığı dışarı attı. Sanırım 3-4 ay olmuştu; çocuk bedeni gebeliği daha fazla sürdürememişti. Bizim istediğimiz de buydu zaten. O gün hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Ben bir ateş yaktım. Kız, dölünü ve plasentayı bir seremoni havasında iki eşit parçaya böldü. Çok özel bir gün olduğu için bu defa yemeğimizi pişirdik ve birbirimize suçlu bir huzurla bakan gözlerle hızla bitirdik. Karnımız doyduğundan, hiç olmadığı kadar uzun ve deliksiz bir uyku çektik.


Bu bizim hayatta kalma yolumuz oldu. İhtirasımızı sık sık doyuruyorduk ve kız çabuk gebe kalıyordu. Düşürdüğü bebekler kanımızı canlandırana kadar fare ve böceklerle idare ediyorduk. Sonunda iyi bir şey geleceği için beklemek güç olmuyordu. Fakat, iyi şeylerin uzun sürmediğini anlamam için bir yıl geçmesi gerekti. Son bebeğimizden sonra kız yaşlı gözlerle, bu hasat işine daha fazla devam edemeyeceğini söyledi. Gözüm döndü; nihayetinde bu ikimizin de yaptığı bir şeydi ve ben de üzerime düşen görevi hakkıyla yerine getiriyordum. Ne kadar yalvardıysam ikna edemedim ve… Eh… Kızın eti bana sadece birkaç gün yetebildi.


Açlık… Umutsuzluktan bile daha acıtıcı bir şey. Sanki koca bir bıçak bedeninizi baştan aşağıya yarıyormuş ve kurumuş organlarınızı yerinden söküyormuş gibi. Buna daha fazla ne kadar katlanabilirim bilemiyorum. Bir zamanlar çok korktuğum ölüm bile şu an güzel gözüküyor. Hem umut olmadan yaşamanın ne amacı var. Kafamdaki sesler uyumama bile engel oluyordu “Bırak kendini… Vazgeç…”. Zaten vazgeçmiştim ama kendimi nasıl yok edebilirdim ki?


İşte bunları düşünüyordum, onları gizlice izlerken. Yaktıkları ateşin etrafına oturmuş, uyuşmuş gibi alçak sesler çıkararak alevlere bakıyorlardı. Kafam açlıkla boğuşuyordu ve her şeye bir son vermek istiyordum. Kararım kesindi, yem olmayı kabul ediyordum. Tek isteğim bunun kısa ve acısız olmasıydı. O duvarın arkasında ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum, önlerine bir kuzu gibi çıktığımda herhalde saatler geçmişti. Bana baktıklarını gördüm, tehdit içermeyen yumuşak ifadeleri vardı. İşlerini çabuk halletmelerini söylemek için ağzımı açtım fakat sesimi tanıyamadım; gırtlağımdan boğuk bir inleme çıktı. İsteyerek yapmamıştım, her şey o kadar doğal gelişmişti ki konuşmaya devam ettim. Biri elini uzattı, tuttum, sıcaktı. En son ne zaman sıcak ve canlı bir ete dokunduğumu hatırlamaya çalıştım. Alevlere baktım ve sonra zihnim bulandı…


Şimdi yalnız değiliz. Artık buradayız, varız, hep vardık. Evimiz dediğimiz üssü sonuna kadar korumaya yeminli bireyler, tüm kapılarımızı kilitli tuttuk; onlar girmeye çalışsalar da başaramazlar. Her gün ve gece dışarıdan gelen seslerini duyduk, ısrarcı ve baştan çıkarıcı. Ve yemin ettik; birini bile içeri almayacağımıza dair…


Bu yazı “Wherearethevelvets” tarafından Korkusitesi.com için yazılmıştır. Lütfen isim ve kaynak göstermeden kullanmayınız, alıntı yapmayınız…


Kaynak: devilboy >>

Ed Gein: The Butcher of Plainfield

|

Yapım : 2007, ABD
Tür :Korku, Gerilim, Biyografi
Yönetmen : Michael Feifer
Senaryo : Michael Feifer
Yapımcı : Barry Barnholtz, Melvin Butters, Michael Feifer
Müzik : Glenn Morrissette
Süre :1 saat, 30 dk.


Oyuncular:
Kane Hodder, Adrienne Frantz, Michael Berryman, Priscilla Barnes, Shawn Hoffman, Timothy Oman, Caia Coley, John Burke, Matteo Indelicato, Stan Bly

TRAİLER


Konusu:
1907 Doğumlu En Az 15 Kişinin ölümünden sorumlu şizofren bir seri katil: Ed Gein..1957 yılında Seri Katil olduğu ortaya çıktığında bütün Amerika'yı sarsacak bir şekilde şoka uğratmıştır.

Ed Gein, 1950'li yıllarda Wisconsin'in Plainfield kasabasında yalnız yaşayan utangaç bir çiftçidir. Gençlik yıllarını seksin büyük bir günah olduğuna inanan dindar annesiyle geçirmiş, onun ölümünden sonra kadın vücuduna merak sararak, anatomi konusunda araştırmalar yapmıştır.

Bu araştırmalardan öğrendiklerini mezarlıklardan çaldığı cesetler üzerinde uygulamaya başlamıştır. Bir süre sonra daha büyük merakla ve kana susamış bir şekilde canlı kadın bedenleri isteyen Ed Gein, kurbanlarını genellikle annesinin öldüğü yaştan (55) seçmiştir.

Cesetlerle cinsel ilişki ve yamyamlığın dışında derilerinden elbise dikme, duvarları bu derilerle kaplama gibi sapıklıklar da gösteren katil, 1957 yılında yakalandığında evinde bir ayakkabı kutusu dolusu üreme organı, duvarlara asılmış kadın kafaları yenmek için Ayrılmış iç organlar bulunmuştur. Yaşamının son yıllarını akıl hastanesinde geçiren Ed Gein, 77 yaşında kalp yetmezliğinden ölmüştür.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Ed_Gein

Ed Gein dört kişilik bir ailede büyür: alkolik bir baba, dominant ve aşırı dindar bir anne ve abisi Henry. Annesinin kendisine olan etkisi çok büyüktür. Babası ve abisinden sonra, 1945’te annesi de vefat ettiğinde, Ed dünyada tek başına kalır.


Bu yalnızlık, insanların zaten garipsediği Gein’i, iyice deliliğe iter. Merhum annesini tekrar diriltebilmek için, anatomi bilimini incelemeye başlar ve mezarlıklardan çaldığı cesetler üzerinde öğrendiklerini uygulamaya koyulur. Kendisini özellikle büyüleyen, kadın vücududur.

Annesini diriltmeyi başaramadığını anlayınca, annesinin cesedinin derisini yüzmeye karar verir ve arada sırada bu deriyi (annesinin eski elbiseleriyle birlikte) elbise niyetine giyer.

Hayatı boyunca cinsel ilişkide bulunmamış olan Gein, kadınlara karşı hissetiği karmaşık duyguları pek anlayamaz ve bir kadın olma isteği geliştirir. İlk başlarda kendi kendini hadim etmeyi düşünen Gein, göğüsleri ve vajinası olan bir kadın derisinin kendisini yeterince kadınsı gösterdiğine inanarak, bu düşüncesinden vazgeçer. Kadın vücutlarına duyduğu isteği gitgide daha da büyüyen Gein, bir süre sonra sadece mezarlardan ceset çıkarmakla kalmaz, 1954 yılından itibaren cinayet işlemeye de başlar ve kurbanlarını genellikle annesinin öldüğü yaştan seçer.

Deri işlemesinde gün geçtikçe daha da hamaratlaşan Gein, bir süre sonra meme uçlarından kemer, kafatasından bardak ve diğer süs eşyaları yapmaya koyulur.

İkinci cinayetinden sonra kasabanın şerifi Ed Gein’in izini bulur ve tutuklar. Evde arama yapan polis, birçok kadavra, insan dudaklarından yapılmış kolyeler, tabaklanmış vajinalar ve diğer garip nesnelerle karşılaşır ve Gein’in ikiden çok daha fazla cinayet işlemiş olması gerektiğini anlar, ama bunun için yeterince delil bulamaz. Gein, nekrofili ve kanibalizm gibi suçlamaları şiddetle inkar eder: kendisine göre cinayetleri sadece evini süslemek için işlemiştir.

Deli raporu sayesinde hapse konulmayan Gein, geri kalan hayatını ıslahevlerinde geçirir ve 1984 yılında 77 yaşında uzun zamandır çektiği kanser hastalığı sonucu yaşamını yitirdi.