Genç bir ofis memuru olan Marion Tek amacı sevdiği erkek olan Sam ile evlenebilmektir. Ancak Sam tüm parası nafakaya gittiği için yeterli miktarda para bulamamaktadır. Marion bir gün patronun kendisine emanet ettiği $40.000'ı çalarak kaçar. Hızlı otobanda ilerleyen genç kadın çok yorulunca yol üzerinde bir otelde konaklamaya karar verir. "The Bates Hotel" adında bir yerde bir oda kiralamak için duran genç kadını Norman adında bir resepsiyonist karşılar. Annesi ile birlikte yalnız yaşayan genç adam oldukça içine kapanık gözükmektedir.
Yıldız oyuncu Anthony Perkins, sessiz bir öğleden sonra geçirmenin imkansız olduğu bir motele bitişik eski bir evde yaşayan problemli Norman Bates'i canlandırıyor. Kuşkusuz bu problemli kişiliği, yolculuğu bu motelde dillere destan olmuş bir banyo sahnesiyle sona eren talihsiz Marion Crane'den başka kimse daha iyi bilemeyecek. Hitchcock'un en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen 'Sapık' aradan geçen onca yıla rağmen korku sinemasında aşılamamış bir başyapıt olarak özel bir yere sahip.
Yönetmen : J.R. Bookwalter Senaryo : J.R. Bookwalter Yapım:1989, ABD, 84 Dakika Oyuncular: Pete Ferry, Bogdan Pecic, Michael Grossi, Jolie Jackunas, Scott Spiegel
Araştırmacı bir bilimadamı o güne dek görülmemiş bir virus geliştirir ve bu virüsü üzerinde çalıştığı cesede uygulayarak onu köle haline getirir; artık bu kölenin tek besini vardır… insan!
Kontrolden çıkan virüsle mücadele etmek üzere hükümet tarafından bir Zombi Timi kurulur. Timin görevi insanlığı kurtarmak ve ölüleri bulup yok etmektir! Washington, D.C. caddelerinden Virginia kırsalına ve Akron, Ohio varoşlarına dek uzanan bir coğrafyada yaşamla ölüm arasında kıyasıya bir mücadeleye giren kahramanlarımız, ölüleri Dünya üzerindeki yegane canlı yapacakları gün gelinceye kadar hayatta tutmayı amaç edinmiş sıra dışı bir tarikatla karşı karşıya kalır. The Dead Next Door geldiğinde mahalle sakinleri Cehennemi boylayacaktır!
Geçen pazar sabahı canım korkunç derecede kan ve zombi içerikli bir şeyler çekerken tuvalete gitmeye karar verdim. Cumartesi akşamından biraz sendelediğimden, sabahları bizi klozet önüne çeken o duyguyu bilirsiniz. Aynen böyle oldu ve işimi görürken Bill Warren’ın “The Evil Dead Companion” ile ilgili yazılarını araştırmaya karar verdim. (tuvalette ne alakaysa:)) Araştırmak için bunları seçmiş olmam çok ironik aslında, çünkü ertesi gün ofise vardığımda (biraz daha hafiflemiş ve rahatlamış olarak elbette) incelemek üzere The Dead Next Door’u listeme almış olduğumu fark ettim. Bu ikisini birbirine bağlayan sebep ise filmin prodüktörlüğünü Sam Raimi’nin (Evil Dead serisinin yönetmeni) ve filmin kahramanlarından ‘Raimi’ ile ‘Komutan Carpenter’in seslendirmelerini Bruce Campbell’in (Evil Dead, Spider Man) üstlenmiş olması. Sanırım uyku dışındaki çoğu anınızda Korku ile haşır neşirseniz bu tür şeyler olabiliyor. Hayat zor..
Eğer Evil Dead B sınıfı bir film olarak kabul edilecek olursa – ki bana göre A sınıfıdır -, The Dead Next Door C veya D sınıfı bir filmdir. Burada bahsettiğim filmin kalitesinden ziyade (orta karar) bütçesi ve çekim tekniği. Sam Raimi Evil Dead II ‘den elde ettiği gelirin tamamını (sadece 75,000 dolar) bu filme yatırdı. Ancak bu meblağ film endüstrisindeki bütçe standartlarına göre devede kulak kalır. Öte yandan filmin neredeyse tamamının çekildiği Akron, Ohio’da ilginç şeyler yaşandı. Küçük bir yerleşim yerinde zombi filmi çekildiği söylentisi hızla yayıldı ve beklendiği üzere, herkes bu sürece dahil olmak istedi. İnanıp inanmamakta serbestsiniz ama filmde emeği geçen herkes bedavaya çalıştı. Duyulmuş şey değil! Çekim aşamasındaki herhangi bir filmde genellikle insanlar harcadıkları emek ve zamanın karşılığının ödenmesi için kıyametleri koparır. Ama burada tek bir kişi halinden şikayet etmedi. Çekimleri aylar süren filmde yüzlerce kent sakini yer aldı. Bazıları makyaja yardım ederken, mağaza sahipleri mekan olarak dükkanlarının kullanılmasına izin verdi ve yüzlerce kişi figüran olarak rol aldı. Kent sakinlerinden birinin söylediği gibi “Sanki aktörler ile çalışanlar bir parti düzenlemiş gibiydi ve bütün Akron ordaydı”
Artık olayların perde arkasını öğrendiğinize göre açıkça söyleyebilirim ki, bu filmde hayatında hiç oyunculuk yapmamış insanlar kullanıldı. Filmin genelindeki oyunculuk (Pete Ferry ve Jolie Jackunas dışında) berbat. Yapılan dublaj ise korkunç derecede kötü. ANCAK! Bu durum (bir nebze) saçma sapan sayılabilecek hikayeye yaramış. Hikayenin bir grup eğitimli ve gözüpek askerin zombilerin peşine düştüğü ve onları yakalayıp yok etme girişimini anlatan bölümünü sevdim. Öte yandan, gülünç bir ‘zombi kültü’ film boyunca gözümüze sokulmaya çalışılıyor. Bu oluşumun üyeleri zombi değil, daha ziyade kendileri zombilere tapıyor. Bu fikir bence daha iyi bir prodüksiyon ve senaryo üzerinde yapılacak bazı değişikliklerle daha güzel işlenebilirdi, çünkü bu haliyle oldukça başarısız. Örneğin, bir sahnede genç bir kadın bildiğimiz siyah kuşak ve kılıçlı erkekler tarafından kuşatılır ve bodrum katında toplu halde bulunan zombilere yem olarak feda edilir. Tamam, zombileri besleyin, kabul, ama o siyah kuşak ve kılıçlar ne alaka? Boğazını kesip lanet olası merdivenlerden aşağı yuvarlamaya ne oldu? Pehh!
The Dead Next Door ‘un ayrı bir cazibesi var aslında. Bu filmi sarhoşken veya sarhoş olmaya niyetlenmişken seyretmek FANTASTİK olabilir. Ayıkken size korkunç görünen şey sarhoşken bütünüyle komik gelebilir. İzlediğim kötü filmler arasında kendimi böyle hissettireni hiç olmadı. Dolayısıyla sadece bu amaç için tavsiye edebilirim. Bol kan, kesik baş ve parçalanmış uzuv var ve aslında filmi kurtaran sahneler de bunlar. Neredeyse her sahnede ya bir ceset, delik deşik bağırsaklar ya da göçmüş bir kafatası var. Bu tür vasat filmlerde daima görsel şiddete ağırlık verilir.
Uzun lafın kısası, kendi adıma The Dead Next Door 10 üzerinden 5 alır. Film baştan sona hatalarla dolu ama bir o kadar da kurtarıcı etken var. Alem yaparken fonda oynamasında bir sakınca yok bence.
Yasin “Devilboy” Karakaya
Bu manyaklık tamamen bana aittir. Lütfen izinsiz ve kaynak göstermeden alıntı yapmayınız, kullanmayınız.
Yirmi küsur yıl önce kaybolan Kontes Irene’in (Annie Alberti) yaşamış olduğu şatonun etrafında iki kız ölü olarak bulunur. Aynı zamanda Kontes’e çok benzeyen Anna (Annie Alberti) psikiyatrist babası ile kasabaya gelirler. Baba-kızın kasabaya gelme nedeni olan Anna’nın kabusları sır perdesini çözecektir.
Gotik filmleri sever misiniz? Ben bayılırım. Ama bahsettiğim deri kıyafetli siyah göz makyajlı Tim Burton sonrası endüstriyel-gotikler değil. Çok daha eski, Bava’nın, Freda’nın, Corman’ın vs. yaptıkları. Bu konuda yaşımla (35) açıklanamayacak kadar seçiciyim (ya da… tutucu?!) herhalde. Karşımızda da tam bu tipte bir film var: Merak cezbeden ismiyle Metempsyco… Ya da daha çok bilinen* adıyla Tomb Of Torture… Ve dönem gotiğinin her öğesine sahip: Ürkütücü, kocaman bir şato, işkence odası, döneme yaraşır kıyafetler, uykuda gezinmeler, karanlık geçmiş, örümcek ağları, hayaletler, duvarlarda resimler, mezarlar ve gölgeler… Sanırım siyah-beyazda en çok keyfi çıkarılabilecekler şatonun kendisi ve gölgeler olsa gerek. Bununla beraber, her ne kadar uğraşıp hakkında yazı da yazmış olsam çok da tavsiye edebileceğim bir film değil kendisi**. Tür meraklısı olarak oyunculuğu veya eften püften hikayeyi es geçebilirim. Ama filmin bir ton tutturamama sorunu var. Tür konusunda bir tutuculuğum yok. Karma türlere her zaman kapım… pardon gözüm açık. Ama korku-gizem yolu izlerken ani çıkan komik tonlar (ki bana sevimli bile geldi), ani çıkan romantizm çok da filme oturmuyor. Bir film ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf olsa da bu anlatım zorluğu yaratmasa gerek. (Tabii H.G. Lewis gibi “kötü çocukları” bu kapsamın dışında tutuyorum.) Bu yüzden de, ta baştan sonu belli olan entrikayı izlemek için pek sebebimiz olmuyor. (Zamanında eziyet çekmişlere not: Bu giriş cümlelerinde, yarı-ironik bir şekilde, Atilla Dorsay’ın Beyaz Perdede Kırmızı Filmler’deki tarzını kullandığımı itiraf etmeliyim.)
Peki, filmin hiç mi olumlu bir tarafı yok. Var tabii. Yönetmen Antonio Boccaci bu ilk ve tek filminde bana çok ilgi çekici gelen beş dakikalık bir giriş yapmış. (Özellikle kameranın yaklaştığı kurukafa…) Hatta izlerken aklıma o eski korku filmi fragmanı toplamalarında bulunan korku şovlarından (herkese bir vücut parçası dağıtılacak, kurtadamlar, vampirler seyirciler arasında dolaşacak gibi…) birini izleyecekmişim gibi geldi. Özellikle ilk yarıdaki cinayet sahnelerinde, mantık hatalarını başınızdan savıp kendinizi kaptırabilirseniz, sağlam bir atmosfer var. Moog’lu müziğine ise filmden daha çok sevdiğimi söylemeliyim. Bu haliyle küçük yaşlarımda, veya filmin yapıldığı zamanlarda izlemiş olsaydım beni kesinlikle etkileyen bir film olurdu.
Sonuçta türe giriş için kesinlikle tercih edilmesi gereken bir ilk film değil. Ama yağmurlu günde yalnız başınıza en azından keyifli bir onbeş dakika geçirebilirsiniz. Arkadaşlarınızla dalga geçmek isterseniz aynı garantiyi vermiyorum.
* Örneğin bir Avrupa filmini asıl isminden çok Amerika’daki gösterim/basım adıyla bilmemiz ayrı bir tartışma konusu. Ama belki buna da şükür. Japonya hayranlığımız olsaydı Profondo Rosso’yu Suspiria 2 diye bilecektik.
** O kadar film dururken bu filmi yazma nedenim, aynı gün içerisinde izlediğim Eyes Of A Stranger (1981) idi. Film elime geçtiğinde çocukluk günlerine döneceğimin sabırsızlığıyla hemen ekran başına geçtim. Geçmez olaydım demeyeceğim ama olmasaydı sanki daha iyi olurdu. Ne film benim hatırladığım kadar gerilimli, ne de Lauren Tewes benim sandığım kadar sevimliydi. Film aslında düşündüğümden daha sömürü havasında (ki bunu olumsuz anlamda söylemiyorum), o kesin. Bir de Jennifer Jason Leigh’in yeteneği o yaşlarda da varmış. Aslında, film o kadar kötü değil. Hatta çoğumuzun ilgisini Metempsyco’dan daha çok ilgisini çeker. Yalnızca ben Lauren Tewes’in “oynamayışına” kafayı taktım. Geçmişe dönüş operasyonunda sırada Razorback (1984) var. Umarım onu tutturabilirim.
“Sinema tarihinin en korkunç 100 sahnesi” listesinde 78 numara (Bravo Channel) “Gelmiş geçmiş en korkunç 100 film” listesinde 88 numara (Chicago Film Critics)
Son zamanlarda Öteki Sinema’nın çehresini fetheder gibi gözüken vizyon filmleri ile ilgili yazılardan sonra, tekrar o eski, karanlık, cilasız ve tekinsiz sulara geri dönmenin zamanı geldi de geçiyor diye düşünüyorum… Öteki Sinema’nın kendine has, benzersiz arşivini yine bir Cronenberg filmiyle bir nebze daha da zengileştirmek istiyorum. Karşınızda benzersiz bir kült korku filmi klasiği: The Brood (1979) !
Frank Carveth’in eski eşi Nola, sıradışı bir psikoloğun özel hastanesinde terapi görmektedir. Bu sıradışı psikolog Dr. Hal Raglan (efsanevi aktör Oliver Reed), “psychoplasmics” adını verdiği kendi geliştirdiği bir teknikle çalışmaktadır. Psychoplasmics terapisi altında duygularını dışa vuran hastalar, bu dışavurumları sonucunda fiziksel değişimler de yaşayabilmektedirler. Frank Carveth’in küçük kızı, annesiyle geçirdiği bir haftasonundan sonra babasının evine sırtında yaralarla dönünce Frank Carveth deliye döner ve olaydan Dr. Hal Raglan’i sorumlu tutar. Kısa bir süre sonra Nola’nın annesi, kimliği belirsiz vahşi küçük bir çocuk tarafından hunharca öldürülünce işler sarpasarmaya başlayacaktır…
(Hikayenin geri kalanı akla hayale sığmayacak acayiplikte devam ediyor. Spoiler vermemek için yazmıyorum. Kesinlikle hemen izleyin diyorum sadece)
Ülkemizde “Hastanede Dehşet” adıyla da tanınan The Brood, telepati, mutasyon ve hastalık unsurlarıyla örülü bir kabus. Kanımca Cronenberg’in en iyi 5 filminden biri. Ancak diğer Cronenberg başyapıtlarına oranla biraz gölgede kalmış. Shivers (1975), Videodrome (1983), The Fly (1986) ve Crash (1996) gibi filmleri kadar hakkında yazılmış çizilmiş bir film değil The Brood. Ancak belki de bu filmlerinin hepsinden daha karanlık bir yüze sahiptir. Öyle ki, bu film, David Cronenberg’in çocukları için eski karısına karşı verdiği oldukça sancılı bir velayet davası sonrası yazdığı bir senaryonun ürünüdür. Takdir edersiniz ki “Zührevi Korku Edebiyatının Kralı”, “Kan Baronu” ve “Vücud Korkunun Prensi” gibi lakaplara layık görünen bir yönetmen, kendi hayatında bu kadar yüreğine yakın yaşadığı bir acıyla ilgili bir film yapınca, bu filmin son derece karanlık olması kaçınılmazdır.
Frank Carveth’in kayınvalidesini öldüren ve kızının sırtındaki yaralara neden olan bu kabusun gerçek kimliği, filmin ilerleyen dakikalarında yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Çıktıkça da seyircinin her türlü sınırını zorluyor. O eski Cronenberg filmlerinin benzersiz soğuklugu, The Brood’un da her karesinde mevcut. Son derece sade ve noktaya atış yapan bir sinematografi var. Mekanlar, kostümler, makyajlar bir bekleme odası kadar sade ve yine bir bekleme odası kadar stres dolu. Müzik olarak da The Brood’un yeri ayrı; Kariyerinin geri kalanında hep beraber çalışacak olan Howard Shore ve Cronenberg’in ilk buluşması The Brood. Son derece tekinsiz ürkütücü ve aynı zamanda esrarengiz bir soundtrack var ortada. Zaten filmin birçok sahnesinin nefes kesici olmasında başrolü oynuyor Shore’un besteleri.
İddia ediyorum, The Brood, size kesinlikle hayatınızda izleyebileceğiniz en akıl almaz kabuslardan birini sunacak.